'Budala' da olmak lazım!
Yayınlanma Tarihi 21 Kasım 2009 Cts 18:28
'Suç ve Ceza' yetmez, 'Budala' da olmak lazım! Futbol sahalarında palazlanıp artık spor kültürümüze domuz gribinden bile beter bir şekilde bulaşan şiddet sorununu tartışıyoruz kaç gündür. Fanatik’in enfes başlığıyla söylersek ezeli rekabetten ‘ezeli rezalet’ doğuranların musibeti şimdi bir dolu nasihatin fitilini ateşledi.
Herkes reçete yazıyor bu aralar. Genel kanı etkili bir ceza sisteminin ilk adım olabileceği yönünde. Faillerin, hele de tespit edilmeleri bu kadar kolayken, bir an önce yakalanmasını ve en ağır şekilde cezalandırılmasını istiyoruz. Bu ‘güvenlikçi’ çözümün bazı taraftarları o kadar abarttı ki, maça girerken pasaport ve vize uygulaması başlayacak neredeyse. Bugün koskoca bir derbiye şüpheli şahıslar olarak gideceğiz. Sizin de canınız sıkılmıyor mu? Gene de haksızlık etmeyelim, söylenenlerde doğruluk payı az değil. Sahaya yabancı madde atanları, rakip takım kulübesinde oyunculara yumruk sallayanları tespit etmek kolay ve o insanlar gerçekten ibretlik bir ceza alırlarsa belki bir caydırıcılık etkisi olur. Ama işte Denizli maçını unutup, kendine adalet arayanlar, insanın midesine iyi gelmiyor. Bu da şunu net bir şekilde gösteriyor: Sadece verilecek cezaya odaklanarak sorunları çözmek pek mümkün değil.
Şimdi kameralarımızı bir başka coğrafyaya çevirelim. Geçtiğimiz hafta Mısır’da bir Mısır-Cezayir maçı oynandı, neredeyse savaş çıkıyordu. Cezayir karşısında en az 2-0’lık bir galibiyete ihtiyacı olan Mısır elinden geleni ardına koymadan Cezayirlilere zor günler yaşattı. Belli ki zor durumdaki Mısır hükümeti muhtemel bir Dünya Kupası biletini sosyal sorunlara pansuman olarak kullanacaktı. Bu yüzden yapmadıklarını bırakmadılar. Önce Cezayir takımının otobüsü taşlandı. Sonra masörleri soyunma odasına kilitlendi. Maç sonrası da Cezayirli taraftarlar dayak yedi. Buna karşılık olarak Cezayir teyakkuza geçti. Onlar da play-off maçı öncesi intikam çığlıkları atmaya başladılar.
Olay iki ülkenin arasında diplomatik ve ticari bir krize dönüştü. Yetmezmiş gibi, kimin gideceğini belirleyecek üçüncü maçı FIFA, Mısır’ın daha çok istediği ve katliam sanığı El Beşir’in ülkesi olan Sudan’a aldı. Neyse ki korkulan felaket gerçekleşmedi. Bir oyun yüzünden kıyametin kenarına kadar gidildi ve Allah’tan geri dönüldü. O da stada dolduran 15 bin askerin zapturaptı altında.
Soru şu: Böyle bir durumda ne yapılabilir? Diyelim ki suç mahalline gönderilen detektiflersiniz ve ipuçlarının takibine başladınız. Otobüsü taşlayanları buldunuz. Kapıyı kilitleyenleri buldunuz. Yeterli mi? Hayır. Devam ettiniz, bu işi örgütleyen bir takım üst düzey federasyon yetkililerini buldunuz. Yeterli mi? I-ıh. Bu atmosferi yaratan karar mercilerini de deşifre etmek gerek. Maşallah, Oliver Stone’un ‘JFK’ filminin o ünlü savcısı Jim Garrison gibi durmak bilmediniz. Hepsinin üzerine bir de olayların arkasındaki siyasi iradeyi buldunuz. O bile yetmedi, böyle bir maçı insanlık suçlarının bu aralar gönüllü başkenti olmaya aday Sudan’a alan FIFA yetkililerini belirlediniz. Ne olacak peki? Herkesi cezalandırabilecek gücünüz var mı? Avrupa’da olsa neler olurdu, dediğiniz bir olayda kimlere ulaşabileceksiniz ki? Çünkü bu olay kriminal bir vakadan ibaret değil. Dedik ya, sadece cezalarla çözmek imkansız.
Kaldı ki şunu da hiç aklınızdan çıkarmayın: Bir sorun sırf ceza verilerek çözülseydi önce biz çözerdik. Eline taş alan çocuğu hapislerde süründürecek, baklava ya da iki çift ayakkabı çalanı 20 yıla mahkûm edebilecek yasalardan çok ne var bizde? Burada asıl sorun faili belirlemekte.
Yapanlar kadar yaptıranları bulabilmekte. O tribünlerde birileri o işleri yapacak ortamı ve adamları sürekli bulabildikçe cezalar neye yarayacak ki? Bütün Karagümrük’ü içeri alsanız, protokoldeki bazı zevat hâlâ yerli yerinde duracak işte.
Konuyu şuraya getireceğim. Tamam, bütün spor oyunları kazanmaya endekslidir. Hele de tuttuğunuz tarafın yöneticisi, oyuncusuysanız ne olursa olsun kazanmak önemlidir. Thierry Henry gibi bir akil adam dahi olsanız bu değişmez. Bu yüzden oyuncular da, yöneticiler de Makyavelisttir. Gün gelir, biri amaç uğruna topu elle yönlendirmekten kaçınmaz, diğeri düzenekler kurup ortalığı cehenneme çevirmeyi marifet sayar. Asıl mesele, onlar bunu yaptığında sizin ne tepki vereceğiniz, bu davranışları nasıl okuduğunuzdur. Taraftar olarak siz bunu alkışlarsanız, desteklerseniz, görmezden gelirseniz onlar da yapmaya devam eder. Zemini bulduktan sonra tetikçi yaratmaktan kolay ne var ki!
Başka bir yere atlayalım buradan. Bu ülkede protesto kültüründen bahsedelim. 12 Eylül’den beri iğdiş edilen tepki gösterememe sorunundan. Biz örgütlü bir toplumda yaşamıyoruz. Bu yüzden tepkilerimiz de hep spontan, hep insiyaki. Acıma duygusunu kaybettiğimizden, vicdanımızın sızlaması azaldığından beri gaddar da olduk. Hal böyle olunca her şey bir linç kültürünün parçası haline geldi. Bir araya geldikçe daha da acımasız ve sert oluyoruz. TV’de coplarla dövülenleri seyrederken kendisinden olmayana ‘oh’ çeken bir toplumun şiddetle ilişkisi her zaman sorunlu olur. Hal böyle olunca diyalog biter, intikamın, rövanşın, kan davasının dili her yere hakim olur ve sürekli kendini yeniden üretir. Bugün siyaset de, hukuk da, futbol sahaları da o kan davasına, intikam ateşine mahkûm olmuş durumda. Çünkü artık oyunun vicdanı sızlamıyor. Oysa vicdanı olmayan bir topluluk ruhunu da kaybetmeye başlıyor. Somut konuşayım. Bugün tribündeki adam o cehennem atmosferi sayesinde alınan galibiyete seviniyorsa, siz ne yaparsanız yapın bu şiddetin sonu gelmez. Birkaç kendini bilmez zannettiğiniz failleri ayıklamakla bitiremezsiniz.
Demin ki detektiflik hikâyesinden yola çıkalım. Olayın mekânını değiştirelim. Mekân Mısır yerine misal Almanya olsa aynı şeyler olur muydu? Alman futbol kültürü, ‘ne olursa olsun kazanalım’a prim verir mi? İngiltere yönetici kültürü diplomatik gerginlikleri göze alıp rakip takımın güvenliğini ihmal eder miydi?
Demem o ki, bu sorun sadece cezalarla değil ancak başka türlü bir futbol kültürünün tohumlarını ekerek çözülür. Bu iş, o gün Abdi İpekçi’deki maçı Fenerbahçe formasıyla izleyemeyen çocuktan bir Galatasaraylının özür dilemesiyle çözülmeye başlar. “Saraçoğlu’nda o atmosferde yaşanan galibiyetleri sevmiyorum” diyebilecek Fenerbahçelilerin sesini yükseltmesiyle düzelir. Sağduyulu bir Fenerbahçelinin, sahaya su atan Fenerbahçeliyi değil sağduyulu bir Galatasaraylıyı kendisine daha yakın bulduğu gün bir noktaya geliriz biz. Çünkü ancak o zaman, kinden beslenenler azınlıkta kalır ve intikam hukuku değil spor etiği tribünlerin anayasası olur.
Madem polisiyelerden yardım aldık, oradan bir alıntıyla bitirelim. ‘Criminal Minds’ dizisinin son bölümü, Amerikan Anayasanına ruh veren ünlü düşünür Montesquieu’nun da esin kaynağı olan Antik Yunan filozofu Polybius’tan bir alıntıyla bitiyor: “İnsanın kendi vicdanından daha iyi bir yargıç yoktur.” Sahada hileyle, tribünde terörle bir maçı kazanabilirsiniz, ama vicdanınız o golü yemez. Vicdanına yenilen hiçbir zaman gerçek bir şampiyon olamaz.
Herkes reçete yazıyor bu aralar. Genel kanı etkili bir ceza sisteminin ilk adım olabileceği yönünde. Faillerin, hele de tespit edilmeleri bu kadar kolayken, bir an önce yakalanmasını ve en ağır şekilde cezalandırılmasını istiyoruz. Bu ‘güvenlikçi’ çözümün bazı taraftarları o kadar abarttı ki, maça girerken pasaport ve vize uygulaması başlayacak neredeyse. Bugün koskoca bir derbiye şüpheli şahıslar olarak gideceğiz. Sizin de canınız sıkılmıyor mu? Gene de haksızlık etmeyelim, söylenenlerde doğruluk payı az değil. Sahaya yabancı madde atanları, rakip takım kulübesinde oyunculara yumruk sallayanları tespit etmek kolay ve o insanlar gerçekten ibretlik bir ceza alırlarsa belki bir caydırıcılık etkisi olur. Ama işte Denizli maçını unutup, kendine adalet arayanlar, insanın midesine iyi gelmiyor. Bu da şunu net bir şekilde gösteriyor: Sadece verilecek cezaya odaklanarak sorunları çözmek pek mümkün değil.
Şimdi kameralarımızı bir başka coğrafyaya çevirelim. Geçtiğimiz hafta Mısır’da bir Mısır-Cezayir maçı oynandı, neredeyse savaş çıkıyordu. Cezayir karşısında en az 2-0’lık bir galibiyete ihtiyacı olan Mısır elinden geleni ardına koymadan Cezayirlilere zor günler yaşattı. Belli ki zor durumdaki Mısır hükümeti muhtemel bir Dünya Kupası biletini sosyal sorunlara pansuman olarak kullanacaktı. Bu yüzden yapmadıklarını bırakmadılar. Önce Cezayir takımının otobüsü taşlandı. Sonra masörleri soyunma odasına kilitlendi. Maç sonrası da Cezayirli taraftarlar dayak yedi. Buna karşılık olarak Cezayir teyakkuza geçti. Onlar da play-off maçı öncesi intikam çığlıkları atmaya başladılar.
Olay iki ülkenin arasında diplomatik ve ticari bir krize dönüştü. Yetmezmiş gibi, kimin gideceğini belirleyecek üçüncü maçı FIFA, Mısır’ın daha çok istediği ve katliam sanığı El Beşir’in ülkesi olan Sudan’a aldı. Neyse ki korkulan felaket gerçekleşmedi. Bir oyun yüzünden kıyametin kenarına kadar gidildi ve Allah’tan geri dönüldü. O da stada dolduran 15 bin askerin zapturaptı altında.
Soru şu: Böyle bir durumda ne yapılabilir? Diyelim ki suç mahalline gönderilen detektiflersiniz ve ipuçlarının takibine başladınız. Otobüsü taşlayanları buldunuz. Kapıyı kilitleyenleri buldunuz. Yeterli mi? Hayır. Devam ettiniz, bu işi örgütleyen bir takım üst düzey federasyon yetkililerini buldunuz. Yeterli mi? I-ıh. Bu atmosferi yaratan karar mercilerini de deşifre etmek gerek. Maşallah, Oliver Stone’un ‘JFK’ filminin o ünlü savcısı Jim Garrison gibi durmak bilmediniz. Hepsinin üzerine bir de olayların arkasındaki siyasi iradeyi buldunuz. O bile yetmedi, böyle bir maçı insanlık suçlarının bu aralar gönüllü başkenti olmaya aday Sudan’a alan FIFA yetkililerini belirlediniz. Ne olacak peki? Herkesi cezalandırabilecek gücünüz var mı? Avrupa’da olsa neler olurdu, dediğiniz bir olayda kimlere ulaşabileceksiniz ki? Çünkü bu olay kriminal bir vakadan ibaret değil. Dedik ya, sadece cezalarla çözmek imkansız.
Kaldı ki şunu da hiç aklınızdan çıkarmayın: Bir sorun sırf ceza verilerek çözülseydi önce biz çözerdik. Eline taş alan çocuğu hapislerde süründürecek, baklava ya da iki çift ayakkabı çalanı 20 yıla mahkûm edebilecek yasalardan çok ne var bizde? Burada asıl sorun faili belirlemekte.
Yapanlar kadar yaptıranları bulabilmekte. O tribünlerde birileri o işleri yapacak ortamı ve adamları sürekli bulabildikçe cezalar neye yarayacak ki? Bütün Karagümrük’ü içeri alsanız, protokoldeki bazı zevat hâlâ yerli yerinde duracak işte.
Konuyu şuraya getireceğim. Tamam, bütün spor oyunları kazanmaya endekslidir. Hele de tuttuğunuz tarafın yöneticisi, oyuncusuysanız ne olursa olsun kazanmak önemlidir. Thierry Henry gibi bir akil adam dahi olsanız bu değişmez. Bu yüzden oyuncular da, yöneticiler de Makyavelisttir. Gün gelir, biri amaç uğruna topu elle yönlendirmekten kaçınmaz, diğeri düzenekler kurup ortalığı cehenneme çevirmeyi marifet sayar. Asıl mesele, onlar bunu yaptığında sizin ne tepki vereceğiniz, bu davranışları nasıl okuduğunuzdur. Taraftar olarak siz bunu alkışlarsanız, desteklerseniz, görmezden gelirseniz onlar da yapmaya devam eder. Zemini bulduktan sonra tetikçi yaratmaktan kolay ne var ki!
Başka bir yere atlayalım buradan. Bu ülkede protesto kültüründen bahsedelim. 12 Eylül’den beri iğdiş edilen tepki gösterememe sorunundan. Biz örgütlü bir toplumda yaşamıyoruz. Bu yüzden tepkilerimiz de hep spontan, hep insiyaki. Acıma duygusunu kaybettiğimizden, vicdanımızın sızlaması azaldığından beri gaddar da olduk. Hal böyle olunca her şey bir linç kültürünün parçası haline geldi. Bir araya geldikçe daha da acımasız ve sert oluyoruz. TV’de coplarla dövülenleri seyrederken kendisinden olmayana ‘oh’ çeken bir toplumun şiddetle ilişkisi her zaman sorunlu olur. Hal böyle olunca diyalog biter, intikamın, rövanşın, kan davasının dili her yere hakim olur ve sürekli kendini yeniden üretir. Bugün siyaset de, hukuk da, futbol sahaları da o kan davasına, intikam ateşine mahkûm olmuş durumda. Çünkü artık oyunun vicdanı sızlamıyor. Oysa vicdanı olmayan bir topluluk ruhunu da kaybetmeye başlıyor. Somut konuşayım. Bugün tribündeki adam o cehennem atmosferi sayesinde alınan galibiyete seviniyorsa, siz ne yaparsanız yapın bu şiddetin sonu gelmez. Birkaç kendini bilmez zannettiğiniz failleri ayıklamakla bitiremezsiniz.
Demin ki detektiflik hikâyesinden yola çıkalım. Olayın mekânını değiştirelim. Mekân Mısır yerine misal Almanya olsa aynı şeyler olur muydu? Alman futbol kültürü, ‘ne olursa olsun kazanalım’a prim verir mi? İngiltere yönetici kültürü diplomatik gerginlikleri göze alıp rakip takımın güvenliğini ihmal eder miydi?
Demem o ki, bu sorun sadece cezalarla değil ancak başka türlü bir futbol kültürünün tohumlarını ekerek çözülür. Bu iş, o gün Abdi İpekçi’deki maçı Fenerbahçe formasıyla izleyemeyen çocuktan bir Galatasaraylının özür dilemesiyle çözülmeye başlar. “Saraçoğlu’nda o atmosferde yaşanan galibiyetleri sevmiyorum” diyebilecek Fenerbahçelilerin sesini yükseltmesiyle düzelir. Sağduyulu bir Fenerbahçelinin, sahaya su atan Fenerbahçeliyi değil sağduyulu bir Galatasaraylıyı kendisine daha yakın bulduğu gün bir noktaya geliriz biz. Çünkü ancak o zaman, kinden beslenenler azınlıkta kalır ve intikam hukuku değil spor etiği tribünlerin anayasası olur.
Madem polisiyelerden yardım aldık, oradan bir alıntıyla bitirelim. ‘Criminal Minds’ dizisinin son bölümü, Amerikan Anayasanına ruh veren ünlü düşünür Montesquieu’nun da esin kaynağı olan Antik Yunan filozofu Polybius’tan bir alıntıyla bitiyor: “İnsanın kendi vicdanından daha iyi bir yargıç yoktur.” Sahada hileyle, tribünde terörle bir maçı kazanabilirsiniz, ama vicdanınız o golü yemez. Vicdanına yenilen hiçbir zaman gerçek bir şampiyon olamaz.