Tek çözüm milli takım taraftarlığı

Tek çözüm milli takım taraftarlığı
Başlıktaki bu cümle bugünlerde sadece bir televizyon programının ismi. Oysa anlamını yitirmeden evvel tuttuğumuz takıma duyduğumuz aşkın en gizemli (!) nakaratıydı...

Yabancı gözüyle yazılanlardan nasıl da gururlanırız! Bir ülkenin herhangi bir yayıncısının bizim ile ilgili yazıp çiziktirdiği övgülere nasıl da hemen kanarız. Yukarı mahallede kendi söylediği yalana aşağı mahallede inanan balık hafızalı misali, atfedileni hemen nasıl kapar böbürleniriz, değme gitsin.

Pazar pazar yine keyfimizi kaçırma şimdi diye ilk cümlelerden huylandığınızı tahmin edebiliyorum. Açıkçası ben de aynı gemide olduğumdan iki tarafı da anlamaya çalışıyorum.

Efendim batılı kalemlere göre dünyanın en tutkulu taraftarına sahibiz ve bizim buralarda statlar bildiğiniz cehennem sıcaklığında... Taraftarımızın coşkusu nedeniyle büyük, büyük ne kelime kocaman bir spor ülkesiyiz.

Öyle mi?

Hadi öyle olsun (burada kendi kendime gülümsüyorum)

İlk kez 80'li yıllarda maçlara yolumuz düşmüştü ve oyunun kendisini hafızaya kaydetmek öte dursun tribün mırıltılarını dilimize kolayca pelesenk etmeye başlamıştık.

O kalabalığın aslında gönlüne değil diline vuran aşkın ızdırabını çekmiyor muyuz şimdilerde?

Taraftarlık tanımının güçlendiği aidiyet aşkının depreştiği bazı besteler hâlâ varlığını koruyor.

"Yenilsen de yensen de taraftarın senle, iyi günde kötü günde seninle birlikte" kadar içimize işleyen olmamıştı. Yani "buraya gelişim öyle bir sevdadır ki, senin kazanmanla gururlanır, kaybedersen sırtını sıvazlarım."

Çocuk aklı ama kaybedilen puanlar, kaçırılan goller sonunda yanımızdaki ağabeylerin sinkaf makamındaki sözlerine anlam veremediğimizi de hatırlarız.

Kaybetme ihtimalini tutmadan oraya geldiğimiz gerçeğini ise 90'ların sonunda öğrendik. Şarkının sözü aşkın samimiyeti değil, göğsümüzü kabartma ihtimalinin bir manzumesiymiş meğerse...

Hüviyet cüzdanınızı devlet verir, ama yeni kimliğinizi tribünlerde bulursunuz. Bir renk ile diğeri arasında tercih yapanlar aslında vatandaş olma dışında bir sosyal topluluğa adamıştır sevgisini...

80'lerdeki durumun 90'lara geçişindeki kirlenmedir 2000'lerin tadını kaçıran aslında..

Zamanla zihnimize "bizim takımı sevmeyen ölsün" "her çocuk bizim takımlı doğar" "biz halkın takımıyız" gibi sertleştirilmiş söylemler yerleştirilmeye başlandı.

İşte batılının bizi yazmaya başladığı dönem budur. Bir taraftar topluluğunun diğer taraftar topluluğuyla yarıştığı tribün şovları tarihimize kayıt düşülecek niteliktedir.

En büyük biziz başka büyük yok! ile toplumsal çıldırmaya kadar vardık.

Büyük olmayanın utanması gereken bir iklim solumaya başladık. Oysa yıllardır düzenlemek için yanıp tutuştuğumuz Olimpiyat'ın temel ve uluslararası barışçı vecizesi değil midir?

Kazanmak değil katılmak, yarışmak gerek vurgusu..! Bir gün bir yerlerde yazan çizen ağabeylerimiz, yöneten devlet büyüklerimiz ya da eğitimcilerimiz tribünlerdeki slogan değişiminin toplumsal yön kaybı olarak irdelenmesi gerektiğini görmedikleri için bugün spor sahaları mahkemeye açılmış olabilir mi?

En büyük taraftar futbolcular sahtekar evresi ile masum ve içten hafta sonu tribün ziyaretlerinin oyuncuyla kazanamadığı için hesaplaşma çağını başlattığını kimse fark etmedi.

Öyle ya, siz kazanacaksınız, ben sokakta diğerine böbürleneceğim diye geldik buraya, kaybettiğinize göre biz vefakar siz sahtekarsınız denilmiyor muydu gizliden gizliye.

Delikanlılığından şüphe ettiğimiz basın bunu da yazın parçasının ilk hit olduğu gün kulüp yöneticilerinin günah keçisi sonsuza kadar işaretlenmemiş miydi?

Hayır hayır kimse yaşadığı günlerin tribün sosyolojisini tartışmadı. Yöntem okulunda rehberlik sınıfları açılıp oyunun en önemli müşterisine tedavi uygulanmadı.

Bu hafta statlarımızda futbol niye oynanmıyor sorusunun cevabını, şike teşvik vesaire işinde olduğu iddia edilenlerden ziyade bir parça idare edilemeyen, eğitilemeyen, yönetilemeyen "kazanmak" her şeydir, kaybeden "hiç kimse" canavarlığını yaratanların vermesi gerekiyor.

Milli takım taraftarlığının birleştirici olduğuna inandığımız günlerden bu yana uzun bir zaman geçti. Artık İnönü, Saraçoğlu, Sami Yen tipi milli takım taraftarlarımız oluşmuştu. Yani milli takım bile kampa alınmıştı. Zamanla kazanan için gurur, kaybeden için sinkaf cümleleriyle milli takım da "yenilsen de yensen de" yalanından payını almıştı.

Batılının Avrupa'daki her maç gününde bizim topluluklara bakarak yazdığı taraftar manzumelerinin yalan olduğunu Hollanda, İsviçre ve Danimarka gibi futbol topluluklarını görünce şıp diye anlamıştık.

İçindeki kulüp sevgisinin dışında bir milli takım peşindeliğinin ne olduğunu Alman ve İngilizler öğretti bize..

Yalanlara çözüm bulup, hayatımızın vazgeçilmezi futbolu onarmanın tek yolu milli mutabakat..

Milli mutabakatı sağlayacak olan da milli takım taraftarlığından başkası değil ne yazık ki!

Şu eylül ayı milli maçlarına bir parça öyle bakmaya çalışmaya ne dersiniz?

Milli formayı hangi takımdan kaç kişinin giydiğine, maçın hangi kulübün stadında oynandığına bakmadan izlesek maçları, desteklesek çocukları.

Yenilsen de yensen de taraftarın senle bir program adı olmaktan çıkıp gerçek futbol taraftarlığının sloganı olsa ne olur sanki!!

İyi taraftarın kötü taraftarı, iyi yöneticinin kötü yöneticiyi kovaladığı, futbolcunun sahtekar olmadığı, kaybetmenin olgun karşılandığı günlere adım atmak çok mu zor?

Hadi bir milli takım posterini odamıza asıp yeniden futbol taraftarı olabileceğimiz günlere..

Sahi odanıza milli takım posteri asmış mıydınız?!