Hep eksik, mutlaka noksan!
Yayınlanma Tarihi 17 Temmuz 2010 Cts 11:05
Altan Tanrıkulu gibi mantıklı ve sağduyulu bir arkadaşımın bile bu tuzaktan kendini kurtaramayışı sorunun ne kadar büyük olduğunu gösteriyor.
Efendim, Sarı Lacivertli takımın AZ Alkmaar karşısındaki hazırlık maçının ardından bu takımın en az üç takviyeye gereksinmesi olduğunu saptamış kardeşimiz.
Ah be Altancığım! Fenerbahçe'nin, Beşiktaş'ın, Galatasaray'ın ve bütün öteki takımların ne zaman takviyeye gereksinmesi olmadı ki! Üstelik, takımın birçok yıldızının çeşitli nedenlerle kadroda olmadığını söylüyorsun, gazozuna bir hazırlık maçının ardından böyle telaşa kapılıyorsun!
Demek ki transferin nasıl bir hastalığa ve ne kadar korkunç bir tuzağa dönüşebildiğini akıllı-uslu bildiğimiz arkadaşlarımız bile fark edemiyor. İşin yasası şu: Alacak paran varsa, elindekinden daha iyi futbolcuyu transfer etmek mümkünse her takım eksiktir.
Bu mantıkla Barcelona'nın da Chelsea'nin de İnter'in de aklınıza gelecek her düzeydeki takımın da takviyeye gereksinme duyduğu her zaman savunulabilir. Fakat sizin durumunuz bu değil ki! Kadronuzda her sezon 30'un üzerinde oyuncu oluyor; siz bunların 10'unu gönderip yerine 10 adam alıyorsunuz. Gidenlerle gelenler arasında ne fark olduğu da pek anlaşılamayabiliyor...
Çünkü bizim kulüplerimizin alabilecekleri futbolcuların eldekilerden farkının olabilmesi imkansız gibi. Bunun da nedeni çok açık: Daha iyisinin fiyatı 10 milyon Euro'ya dayanıyor ve zaten o adamlar da Türkiye'ye gelmek istemiyor.
O zaman önce biz spor yazarları bu konuya bakış açımızı değiştirmeli ve "ben bu kadro ile de en iyisini yaparım" diyebilecek teknik adamları desteklemeliyiz. Kulüpleri bu transfer hastalığından kurtarmak için çaba göstermeliyiz.
Gördünüz işte Galatasaray iki sezon önce çuvallar dolusu para harcayıp transfer yaptı; sezonu 5'inci sırada bitirdi. Geçen sezon da aynı işe devam etti; 3'üncülükten yukarı çıkamadı. Peki, bu iki sezon tek adam bile almasa bundan daha kötü ne olabilirdi?
Bunca yıllık deneyimimle şunu söyleyebilirim ki Galatasaray birkaç adam almak yerine satsa, kesinlikle şampiyon olur! Bunun çok açık kanıtı da 1996-2000 arasındaki başarılardır. O dönemde adam almak kadar satma konusunda da becerili davranılmıştır. 4 yılda takımı taşıyan oyuncu sayısı da taş çatlasa 18 ila 20'dir. (İşkembeden atmıyorum, bununla ilgili rakamlar 'O Bir İmparator' adlı kıtabımda var. Yani bu işin kitabını yazdık da öyle konuşuyoruz!)
Transferin çare değil tam tersine sorun olduğunun sayısız örneğini yaşadık. Beşiktaş'ın son 6 yılda sadece bazı teknik adam ve oyuncuları -almak için değil- göndermek amacıyla harcadığı parayla rahatlıkla şampiyon olacak bir takım oluşturulabilirdi...
En az bunlar kadar çarpıcı bir başka kanıt da gözümüzün önünde: Şampiyon Bursaspor'un büyük paralarla oluşturulmuş çok geniş ve güçlü bir kadrosu mu vardı? Yoksa başarı için bunun dışında etkenlerin daha büyük önem taşıdığını mı iyi anlamışlardı?
Olsun, siz bana bakmayın; durmadan transfer yapın! Zaten o transferlere verilecek paralar da kasanızdan taşıyor... Bu batakçı anlayışı kurtuluş sanarak hep alın, daima alın, daha çok alın!
İbrahim Tatlıses'in espri olsun diye yerli yersiz sürekli kullandığı o laf geliyor aklıma ama bizim gazetede kullanmak pek uygun olmaz. Bunu anlayanlar anlamayanlara anlatıversin lütfen!
HELAL OLSUN HEMŞERİM!
Gençlik ve Spor Genel Müdürü Yunus Akgül'ün hemşerim olduğunu daha önce birkaç kez yazmış olmalıyım. İkimiz de Kastamonu'luyuz. Bugün bununla bir kez daha iftihar ettiğimi belirtmek istiyorum. Nedeni de çok açık. Genç yaşında geldiği bu görevde önemli işler yapıyor. Bunun için gecesini gündüzüne katarak çalışıyor.
Gençlik ve Spor Genel Müdürü Yunus Akgül'ün hemşerim olduğunu daha önce birkaç kez yazmış olmalıyım. İkimiz de Kastamonu'luyuz. Bugün bununla bir kez daha iftihar ettiğimi belirtmek istiyorum. Nedeni de çok açık. Genç yaşında geldiği bu görevde önemli işler yapıyor. Bunun için gecesini gündüzüne katarak çalışıyor.
Bunun yanında başka bir konuda gösterdiği duyarlılık da beni etkiledi. Efendim, 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası için Ankara'da yapılan salona da Arena denilecekmiş. Akgül de buna karşı çıkarken "Niye arena? Gladyatör mü dövüştüreceğiz?" diye sormuş.
Nedense bu tür şeyleri sorgulamaya gerek görmeden çok çabuk kabulleniyoruz. Efendim, Hollanda'da arena deniyor, Almanya'da da öyle, hatta falan ülkede bile... Eee, biz de arena diyelim.
Peki, n'oluyor arena deyince? Başka türlü bir yer haline mi geliyor o salon? Ya da bizim dilimizle, kültürümüzle daha iyi mi uyuşuyor bu arena kavramı?
Elbette ki kimsenin bu sorulara verebilecek bir yanıtı yok. Kendi kültürüne yabancılaşmış bazı maskaraların bu yoldaki önerilerinde sanki çok derin kerametler varmış gibi kolaylıkla kabullenilebiliyor.
Çok şükür ki hâlâ Yunus Akgül gibi bu konularda dikkatli ve duyarlı birileri var aramızda. Gerçi şu aşamada yapılmış bir üçlü anlaşma nedeniyle oraya arena adıl verilmiş ama salonun devir işlemi yapıldığında bunun kesinlikle kalkacağını ifade ediyor Akgül.
Elbette yeni bir sponsor parayı bastırdığında istediği adı verme imkanına sahip olacak ama arena lafına sonuna kadar karşı çıkacağını belirtiyor Akgül.
Bize de 'helal olsun hemşerim' demek düşüyor.
ÇOK ŞÜKÜR ANTALYA!
H.İbrahim Okumamış arkadaşımın TSYD sitesindeki yazısından Antalyaspor'un önümüzdeki sezon maçlarını Mardan'da oynayacağını öğrendim.
H.İbrahim Okumamış arkadaşımın TSYD sitesindeki yazısından Antalyaspor'un önümüzdeki sezon maçlarını Mardan'da oynayacağını öğrendim.
Önce çok sevindiğimi söylemeliyim.
Ancak bu memlekette hemen hiçbir konuda insanın tam olarak sevinmesine izin vermezler. O korkunç statla kıyaslandığında Mardan 'mini bir Wembley' olarak nitelendirilebilir. Başta zemini olmak üzere herşeyiyle tablo gibi bir stat. Ancak yolu hem uzak hem de belli bir kesimi neredeyse patika gibi. Herhalde Antalyaspor için o yol yapılacaktır.
Günün birinde o dehşet verici eski stattan kurtulursak diye bir adağım var mıydı diye hatırlamaya çalışıyorum. Yoksa da birşeyler yapmalıyım... Belki dünyanın en güzel yerlerinden birinde o kadar berbat bir stat yapıp bu gecekondu azmanıyla altın değerindeki bir araziyi yıllardır mundar etmek de bize özgü bir beceri.
N'olur artık bu kadar becerikli olmayalım...
JENERASYON YAKALAMAK
Bazı büyük başarıları ya da tam tersine durumları açıklayabilmek için bizim böyle hazır kalıplarımız vardır: Efendim bir jenerasyon yakalandı...
Bazı büyük başarıları ya da tam tersine durumları açıklayabilmek için bizim böyle hazır kalıplarımız vardır: Efendim bir jenerasyon yakalandı...
Sanki sporda mücadele ve sonucunda elde edilen başarı bir hırsız-polis koşuşturmasıdır da günün birinde onu işte böyle yakalayıverirsiniz...
Çok şükür ki buna benzer konularda akıllıca tepkiler gösterenler de olmuyor değil. 2002'deki başarısını küçültmek için yapılan bir yığın maskaralık karşısında Şenol Güneş'in gösterdiği son derece sınırlı tepkilerden biri de şu şekildeydi:
"48 yılda hiç mi jenerasyon yakalanamadı?"
Güneş, 1954'ten bu yana Dünya Kupalarına katılamayışımızı hatırlatıp kendi başarısını 'jenerasyon otomatiğine' bağlayanlara söylüyordu bunu.
Lefter'li, Metin'li, Can'lı, Turgay'lı jenerasyondan tutun da Tanju'lu, Rıdvan'lı, Uğur'lu, Yusuf'lu olanına kadar neler gelip geçmiş ama o dönemlerde en küçük bir başarı kazanılamamıştı. Demek ki iş sadece jenerasyon yakalamakla olmuyordu.
Dünya Kupası'nı kazanan İspanya'ya da aynı formül uygulanmaya çalışılınca Radikal'de Banu Yelkovan kardeşimiz isyan etmiş, 'jenerasyon yakalanmaz, çalışarak oluşturulur' diye.
Hay kalemine sağlık kardeşim! Biliyorum, bunu da kimseye anlatma şansımız yok ama bu maskara 'jenerasyon yakaladı' lafı geçtiğinde gülen birilerinin bulunduğunu bilmek insana iyi geliyor. Ha ha ha!