Babalar, oğullar ve ağbiler
Yayınlanma Tarihi 5 Mayıs 2010 Çar 10:12
Zamanında basına yansıdığı için yazıyorum. Yoksa kişisel bir mesele olarak kalabilirdi...
Efendim, 2007 yılındaki Türkiye-Macaristan maçında Emre Belözoğlu tribüne bir hareket yapmış, bizim gazete de bu olayı bazı yazarlara ve bana sormuştu. Ben de bir şeyler demiştim... O söylediklerim üzerine Belözoğlu bana karşı tazminat davası açmıştı. Basına yansıyan buydu...
Uzunca sayılacak bir sürecin ardından mahkeme tazminat talebini reddetti. Gerekçe şöyle: “Davaya konu olayda; futbolcu olan davacının, kamuya mal olmuş kişilerden olduğu gözetilerek yayın tarihinden önce milli maç sırasında yaşananlar gündeme getirilmiş ve davacının davranışları eleştirilmiştir. Davacının daha sert eleştirilere katlanması konumunun gereğidir. Şu durumda yazıların eleştiri sınırı içinde kaldığının kabulü ile davanın tümden reddi(ne)...”
İki ben var...
Mahkeme kararı elbette benim vicdani sorumluluğumu ortadan kaldırmıyor. Burada yazıyorsam bana bir yetki, bir ayrıcalık, bir iktidar verilmiş demek. Her yetki aynı zamanda bir sorumluluk, bir sınırlama getirir bana göre. Kullanırken kimsenin temel hak ve özgürlüklerine dokunmamam gerekir... Yazdıklarım Belözoğlu’nu ve yakınlarını rahatsız edip üzdüyse içtenlikle özür dilerim. Ancak o zamandan bu yana Emre Belözoğlu, yazdıklarımı haklı çıkaracak bir sürü davranışta bulundu, o da ayrı konu... Nedense, kendisine yapılan hareketleri abartarak faul kazanmayı, faullerde de abartılı kıvranarak rakibine kart göstertmeyi alışkanlık haline getirdi. Rakibe ve hakeme diklenerek kendine bir dokunulmazlık alanı yaratıyor.
Meslektaşına haksızlık yaptırarak avantaj sağlamak ve giydiği formaya ya da kulüp başkanına güvenerek ‘özel futbolcu’ havaları atmak futbolun hakça oyun temeliyle ne kadar bağdaşıyor? Bu sorunun cevabını en iyi, yaptığı hareketlerin kendisine yapıldığını varsayarak verebilir Belözoğlu... Aslında onda ve birçok futbolcuda gözlenen bir ikililik var; sahada çoğu kez sevimsiz çocuk yaramazlıkları yaparken saha dışında konumunun farklında olgun profesyoneller gibi görünmeye çalışıyorlar. Bir bakıyorsunuz, başkanın manevi oğlu Emre var karşınızda, bir bakıyorsunuz olgun bir profesyonel Belözoğlu...
Bugün tam bu ikililik üzerine yazıya başlamışken, dünkü yazısının sonunda harika bir anahtar yolladı bana Tanıl Bora. “Futbol ebedî bir ergenlik oyunu aynı zamanda” diye.
Çocuklar ve yetişkinler
Evet, futbol oynamak, futbolla ilgilenmek, futbol takımı taraftarı olmak çocukluğa dönüş, ya da çocukluktan hiç kopmamak aslında. Bunca yılın ardından emin olarak söyleyebilirim bunu. Şampiyonluk ise bir süre için bütün hayatı bir çocuk uçarılığı içinde yaşamak...
Bu bakımdan Lazio taraftarlarının, Roma şampiyon olmasın diye Inter’i tutmasında bir çocukluk bulabilirsiniz. Taraftar böyle duygularla davranabilir. Rakibin moralini bozmak için çocukça davranışlarda bulunabilir. Masum yaramazlık sayılabilir bunlar. Ancak iktidar mevkiinde olan yetişkinler, yani ‘büyük’ler, yani ‘baba’lar, yani kulüp yöneticileri böyle davranınca durum değişiyor.
Yetişkinler kendi başarısızlığını ezeli rakibin başarısızlığıyla temize çekerse, rakibin başarısızlığına kendi başarısından daha çok sevinirse orada bir kötücüllük var demektir. Rakibi sevimli bir köpek gibi gösteren balonu bir taraftar getirse mazur görürsünüz de, bu balonları yönetim sahaya salarsa, çocukça davranmaya çalışan ‘büyük’lerin çirkinliği, trajikomikliği vardır orada.
Yetişkinlerin bu tavrı orada kalsa iyi. Dalga dalga sahaya yansıyor çoğu kez. Penaltı noktasını kazan Bilica’da, bir şekilde büyüklerinin gözüne girmek isteyen yersiz yurtsuz, yaramaz çocuğu görebilirsiniz. Hakeme diklenen ve kart görmeyen Emre Belözoğlu’nda, kurumlara çıkışarak kulübünün hakkını korumayı ilke edinmiş Başkan’ın hayırlı evladını...
... Ve aradakiler
Profesyonel futbolcular genellikle tam arada, ‘ergenlik’te duruyor... Oyunu oynarken ister istemez çocuklaşıyorlar. Ama bir yandan da, bizim mahkeme kararında dendiği gibi ‘kamuya mal olmuş kişiler’ onlar. Herkesin gözü önünde oynuyorlar bu oyunu. Herkesi etkiliyorlar. Üstelik bu işleri onların. 10-15 yıl bu işi yapacaklar. Onun için geleceklerini ve hayatlarının geri kalan kısmını planlamak zorundalar. Bu yüzden yaşından daha olgun insanlar gibi davranmalılar.
Ne var ki bütün yetişkinler çocuk muamelesi yaparak kendi otoriteleri altında tutuyor onları... Futbolculara ön adlarıyla hitap ediliyor. ‘Bizim çocuk’ sayılanlardan boş mukaveleye imza atması bekleniyor. Hakemlere bile aynı biçimde davranılıyor. Avrupalarda maç yönetiyorsunuz, televizyonlarda emekli hakemler ‘iyi çocuk’ diyerek sizden söz ediyor.
Ne zaman futbolcu ve hakemler emekli oluyor, bu işi yapanlara onlar da ‘çocuk’ diye seslenmeye başlıyor... Arada kalma durumuna takılanlar ise yaşları ne olursa olsun büyüklerinden bir şey istemeyi alışkanlık haline getirebiliyor ömür boyu.
Bir de, sanırım pek az dilde olan sözcükle ‘ağabey’ler var. Yani büyük erkek çocuklar... Takımın ağabeyleri, kendinden yaşça büyük olanlara göre daha olgun davranmak zorunda. Genellikle de kaptanlar bunlar... Kaptanlık işini uzun vadeli bir otoriteyle sürdürdüğünüzde saygınlığınızın ölçüsü artıyor ve günümüzde artık çıkmıyor ama, ‘baba’ oluyorsunuz. Baba Hakkı, Baba Gündüz gibi.
Takımın lideri, sözcüsü, hatta haklarını koruyan kişiyseniz ‘ağbilik’ hak edilmiş bir saygınlığı ifade ediyor. Tersine bir otorite ve itaat ilişkisini ifade ettiğinde bu kez futbolcunun bir türlü ergenliği geçememesine neden oluyor. Tıpkı Galatasaray kaptanı olmuş Arda Turan’ın, Emre Belözoğlu’yla ilgili bir soru sorulduğunda hemen ‘Emre ağbi’ kipine geçmesi gibi.
Belki de en iyisi, her alanda olduğu gibi futbolda da eril sözcükler kadar onların temsil ettiği otoriteyi, iktidar ilişkilerini sorgulamak.