Avrupa'nın iki ucunda
Yayınlanma Tarihi 11 Kasım 2010 Per 08:12
Geçen hafta Porto-Beşiktaş maçı bahanesiyle kendi cebimden bir Portekiz gezisi yaptım. Porto’nun mekânı Ejderha Stadı’nın karışık duygular uyandıran bir atmosferi vardı.
Modern bir statta geleneksel taraftarlar… Kusursuzluk arayan bir mimari içinde gündelik dertlerini yaşayan alçakgönüllü insanlar…
Maç mı? Bobo’nun o orta alandan geriye dönüp kaleye yolladığı şut için bile izlenmeye değerdi.
Tek şef
Avrupa’ya sırtını dönüp okyanusu seyreden ve saat kaç olursa olsun hep günbatımı renkleri içinde salınan hüzünlü Portekiz’de daha fazlasını gördük.
Lizbon’da ‘Cumhuriyet’in 100. Yılı’ sergisi vardı. Biraz resmi çizgideydi gerçi ama yüz yıllık serüvenin içinden bir film gibi geçmek ilginçti.
Bir zamanlar okyanusları aşmış bir imparatorluk geçen yüzyılın başında sıfırı tüketiyor. Ülke ‘eşitlik, kardeşlik özgürlük’ ateşiyle yanmaya başlıyor. Bir yandan işçi hareketleri büyürken, bir yandan da orta sınıflarda milliyetçi cumhuriyetçilik yayılıyor. Sonunda Ekim 1910’da monarşi yıkılıyor. Sokaklarda coşkulu insanlar; atlı ya da motorlu arabaların üzerine salkım saçak doluşmuşlar.
Devrimin ateşi giderek soğuyunca sorunlar başlıyor. Birinci Dünya Savaşı sorunları daha da derinleştiriyor. 1926’da milliyetçi bir darbeyle iktidarı ele geçirenler, Maliye Bakanlığı’na Salazar adlı birini getiriyorlar.
Koyu bir din eğitimi almış, papaz olacakken son anda iktisat okumayı seçmiş biri Oliveira Salazar. Kısa zamanda başbakan olarak iktidarı ele geçirecek ve 1968’de ölene kadar bırakmayacak.
‘Tek doktrin, tek güç, tek şef’ temel sloganı Salazar’ın. Doktrini ‘Yeni Devlet’. Bu milliyetçi, Katolik, otoriter Cumhuriyet’te farklı düşüncelere, sendikalara, partilere gerek yok. Modeli ise aile. Baba yönetecek, anne dini eğitim verecek. Bu yüzden 1974’e kadar kadınlara oy hakkı tanınmıyor Portekiz’de. Ülkenin de en tepesinde ‘Şef’ Salazar yer alıyor doğal olarak.
Sonuç, devletin verdiği bilgilere bakılırsa huzurlu ve istikrarlı bir toplum. Gerçekte ise aydınlar üzerinde koyu bir polis baskısı, sömürgelerde vahşi bir zulüm. Eğitimsiz ve yoksul kalmış bir halk.
Bu tabii bilinen Portekiz tarihi… Porto’da ise bir başka ‘Cumhuriyet’in 100. Yılı’ sergisine rastlıyoruz. Bu kez cumhuriyet, özgürlük ve demokrasi mücadelesi yönünden anlatılıyor… Sergi, Salazar zamanının adalet sarayında. Sarayın alt katında, aydınların ve emekçilerin işkenceden geçirildiği zindanlarda.
İki uçta iki ülke
1910’da Cumhuriyet’e varan özgürlük dalgasının aslında hiç dinmediğini görüyoruz bu kez. Baskının en koyu zamanlarında bile alttan alta işliyor. Sonunda 25 Nisan 1974’te ‘karanfil devrimi’ne varıyor. Sömürgelerdeki bağımsızlık hareketlerine karşı savaşmayı reddediyor ve silahlarını kendi hükümetine çeviriyor askerler. 1960’lardan sonra giderek güçlenen demokratik muhalefet nihayet faşizmi deviriyor… Arabaların üzerinde yine devrimi kutlayan insanlar. Askerlerin silahlarına karanfiller takmışlar.
1976’da kabul edilen anayasa hiçbir etnik ve dini temele dayanmıyor. Sadece insanlık onuruna ve halkın temel haklarına dayanıyor. Faşizm döneminde halka karşı işlenmiş suçların da hesabının sorulmasını öngörüyor…
Türkiye ve Portekiz Avrupa’nın iki ucunda. Haritayı ortadan katladığınızda bir biri üzerine geliyor. Tarihlere kadar varan benzerlikleri ama bir o kadar da benzemezlikleri var. Karşılaştırmalı bir bakış bile kesinlikle ufuk açıcı.
3F’nin 100 yıllık tarihi
Pekiyi, Portekiz ve Salazar’dan söz edilince hemen akla gelen ‘3F’ye ne olmuş?
Hemen belirteyim, bizde bu 3F ‘fado, futbol ve fiesta’ biliniyor ya, aslı öyle değil. ‘Fado, Futbol ve Fatima’ aslı.
Hikâyeyi bilirsiniz. Salazar iktidarı ele geçirince bütün sendikaları ve sivil örgütleri kapatıyor, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü halkın elinden alıyor. “Emekçiler ne yapacak şimdi” sorusuna verdiği cevap ise “Onlar da 3F ile idare etsinler” gibisinden bir şey. Başka bir versiyonu da, “Ben Portekiz’i 3F ile 36 yıl yönettim”.
‘Fado’nun sözcük anlamı ‘kader’… Hüzünlü, yanık bir müzik. Belli ki Müslüman Mağriplilere dayanan kökleri var. Bugün de en iyi Fado’nun Lizbon’da Mağriplilerin kurduğu Alfama semtinde dinlenmesi rastlantı olmasa gerek… Elbette Fado müziği zamanla değişmiş. Günümüze uygun versiyonlarını söyleyen sanatçılar var. Portekiz müziği de Brezilya ezgileriyle ve çağdaş müzik akımlarıyla çeşitlenmiş. Kısacası, Portekizliler artık sadece Fado dinlemiyor.
‘3F’deki, eğlence ve şenlik anlamındaki Fiesta hiç aklıma yatmamıştı öteden beri… Portekiz’de pek ‘her bahanede fiesta’ geleneği olduğu söylenemezdi. Dünya nimetlerinden el etek çekmeyi ve sürekli ibadet etmeyi ön gören bir devletin, insanların içlerinden geldiği gibi gülüp dans ettiği bu tür şenlikleri toplumu uyutmak için kullanması düşünülemezdi…
Fatima ise Salazar’ın 3F’sine cuk oturuyor. Katoliklerin hac yeri olan bir kasaba Fatima. 1917’de burada üç çocuğun Meryem Ana’yı gördüklerini söylemesi ve bunun kilise tarafından bir şekilde onaylanması üzerine önemi ve çekiciliği daha bir artıyor. (Mucizeye göre Meryem Ana çocuklardan birine üç sır vermiş. Üçüncü Sır, Ağca’nın Papa’yı vuracağıymış.)
Herkesin inancı kendini ilgilendirir ama devlet dini temeline alınca artık o başka bir şey oluyor… Elbette Katolikler bugün de Fatima’ya akıyor. Orada bir hac sektörü gelişmiş. Ancak bugün Portekiz Anayasası sadece inanç, düşünce ve ifade özgürlüğüne dayanıyor.
Ya Futbol… Evet Portekiz’de de hayatın sıkı bir parçası olan futbol Salazar zamanında, özellikle Benfica’nın Avrupa’da başarılı olduğu 1960’larda devletin propaganda ve kitleleri oyalama aracı olarak kullanılmış. İşin garibi o dönemin efsane ismi, halkın insan yerine konulmadığı sömürgelerden, Mozambik’ten gelen Eusebio.
Ne var ki 1910’da da 1974’te de devrimi kutlayanların boynunda futbol takımlarının atkıları olduğu da bir gerçek. Şimdi Salazar rejimi yok ama futbol başka biçimlerde, başka sorunlarla varlığını sürdürüyor… Eusebio yine saygıyla anılıyor. Portekiz futbol tarihini anlatan kitaplar onun resmiyle açılıyor.
Politikaya daldık, futbolun bugünkü haline giremedik. Şu kadarını söyleyeyim. Geçen Pazar, ligin en önemli maçında Porto-Benfica’yı 5-0 yendi… Benfica bir aralar sürekli pahalı transferler yapıp hoca değiştiriyordu. Sonunda borç batağına battılar. 2004’te akılları başlarına geldi, şimdi toparlanmaya çalışıyorlar.
Aynı dönemde Porto çağdaş bir yapılanmaya gitti. Portekiz’de, Brezilya’da ve öteki Güney Amerika ülkelerinde futbolcular buldu. Sürekli takım kimliğini ve oyun anlayışını öne çıkardı. UEFA Kupası’nı ve Şampiyonlar Ligi’ni kazandı. Her yıl en önemli futbolcularını büyük Avrupa takımlarına yüksek bedellerle veriyor.
Pazar gecesi tabelaya yansıyan sonuç iki kulübün yönetim farkını da yansıtıyordu bir bakıma.
Büyüklere bir puan
Beşiktaş-Kayserispor karşısında bir puana oynadı. “Puanı neden garantiye almadın Schuster efendi” diye kızanlar oldu.
Fenerbahçe Bursaspor karşısında bir puana oynadı. Alınca “En iyi futbolunu oynadı” diye göklere çıkarıldı.
Galatasaray Trabzonspor karşısında bir puana oynadı. Bazılarına göre işler çok iyi giderken Servet’in hatası yüzünden o puanı da alamadı.
Aferin büyüklere! Bir puan bir puan diyerek Dünya takımı olacaklar. Bebelere iyi futbol, büyüklere bir puan.
Emek ve para
Karabük ve Buca geçen hafta karşılaştı. İkisi de bu yıl TSL’ye çıkmıştı. Buca aslında altyapıya daha çok dayanan bir takım. Ne var ki sezon başında onlarca transfer yapıp, takımı TSL’ye çıkarmış futbolcuları yolladılar. Parayla kümede kalacaklarını düşündüler.
Karabük ise hocasını ve futbolcularını korudu. Seçilmiş nokta transferler yaptı. Emeğe önem verdiler, saygı gösterdiler.
Her zaman aynı sonuca ulaşılamıyor ama Karabük-Buca maçını, emeğe değer verenler 3-0 kazandı.
Emek demek çalışıp üretmek demek. Bu da bir süreç işi, zaman işi, sabır işi.
Para demek bastırıp sahip olmak demek. Anlık bir şey. Çalışmaya, zamana, sabra gerek yok. Bastırırsın alırsın. Hele bunun bedelini sen ödemeyeceksen, kulüp ya da başkaları ödeyecekse…
‘Oyun olarak futbol’la, ‘kumar olarak futbol’un ayrım çizgisi sanırım buradan geçiyor.
Modern bir statta geleneksel taraftarlar… Kusursuzluk arayan bir mimari içinde gündelik dertlerini yaşayan alçakgönüllü insanlar…
Maç mı? Bobo’nun o orta alandan geriye dönüp kaleye yolladığı şut için bile izlenmeye değerdi.
Tek şef
Avrupa’ya sırtını dönüp okyanusu seyreden ve saat kaç olursa olsun hep günbatımı renkleri içinde salınan hüzünlü Portekiz’de daha fazlasını gördük.
Lizbon’da ‘Cumhuriyet’in 100. Yılı’ sergisi vardı. Biraz resmi çizgideydi gerçi ama yüz yıllık serüvenin içinden bir film gibi geçmek ilginçti.
Bir zamanlar okyanusları aşmış bir imparatorluk geçen yüzyılın başında sıfırı tüketiyor. Ülke ‘eşitlik, kardeşlik özgürlük’ ateşiyle yanmaya başlıyor. Bir yandan işçi hareketleri büyürken, bir yandan da orta sınıflarda milliyetçi cumhuriyetçilik yayılıyor. Sonunda Ekim 1910’da monarşi yıkılıyor. Sokaklarda coşkulu insanlar; atlı ya da motorlu arabaların üzerine salkım saçak doluşmuşlar.
Devrimin ateşi giderek soğuyunca sorunlar başlıyor. Birinci Dünya Savaşı sorunları daha da derinleştiriyor. 1926’da milliyetçi bir darbeyle iktidarı ele geçirenler, Maliye Bakanlığı’na Salazar adlı birini getiriyorlar.
Koyu bir din eğitimi almış, papaz olacakken son anda iktisat okumayı seçmiş biri Oliveira Salazar. Kısa zamanda başbakan olarak iktidarı ele geçirecek ve 1968’de ölene kadar bırakmayacak.
‘Tek doktrin, tek güç, tek şef’ temel sloganı Salazar’ın. Doktrini ‘Yeni Devlet’. Bu milliyetçi, Katolik, otoriter Cumhuriyet’te farklı düşüncelere, sendikalara, partilere gerek yok. Modeli ise aile. Baba yönetecek, anne dini eğitim verecek. Bu yüzden 1974’e kadar kadınlara oy hakkı tanınmıyor Portekiz’de. Ülkenin de en tepesinde ‘Şef’ Salazar yer alıyor doğal olarak.
Sonuç, devletin verdiği bilgilere bakılırsa huzurlu ve istikrarlı bir toplum. Gerçekte ise aydınlar üzerinde koyu bir polis baskısı, sömürgelerde vahşi bir zulüm. Eğitimsiz ve yoksul kalmış bir halk.
Bu tabii bilinen Portekiz tarihi… Porto’da ise bir başka ‘Cumhuriyet’in 100. Yılı’ sergisine rastlıyoruz. Bu kez cumhuriyet, özgürlük ve demokrasi mücadelesi yönünden anlatılıyor… Sergi, Salazar zamanının adalet sarayında. Sarayın alt katında, aydınların ve emekçilerin işkenceden geçirildiği zindanlarda.
İki uçta iki ülke
1910’da Cumhuriyet’e varan özgürlük dalgasının aslında hiç dinmediğini görüyoruz bu kez. Baskının en koyu zamanlarında bile alttan alta işliyor. Sonunda 25 Nisan 1974’te ‘karanfil devrimi’ne varıyor. Sömürgelerdeki bağımsızlık hareketlerine karşı savaşmayı reddediyor ve silahlarını kendi hükümetine çeviriyor askerler. 1960’lardan sonra giderek güçlenen demokratik muhalefet nihayet faşizmi deviriyor… Arabaların üzerinde yine devrimi kutlayan insanlar. Askerlerin silahlarına karanfiller takmışlar.
1976’da kabul edilen anayasa hiçbir etnik ve dini temele dayanmıyor. Sadece insanlık onuruna ve halkın temel haklarına dayanıyor. Faşizm döneminde halka karşı işlenmiş suçların da hesabının sorulmasını öngörüyor…
Türkiye ve Portekiz Avrupa’nın iki ucunda. Haritayı ortadan katladığınızda bir biri üzerine geliyor. Tarihlere kadar varan benzerlikleri ama bir o kadar da benzemezlikleri var. Karşılaştırmalı bir bakış bile kesinlikle ufuk açıcı.
3F’nin 100 yıllık tarihi
Pekiyi, Portekiz ve Salazar’dan söz edilince hemen akla gelen ‘3F’ye ne olmuş?
Hemen belirteyim, bizde bu 3F ‘fado, futbol ve fiesta’ biliniyor ya, aslı öyle değil. ‘Fado, Futbol ve Fatima’ aslı.
Hikâyeyi bilirsiniz. Salazar iktidarı ele geçirince bütün sendikaları ve sivil örgütleri kapatıyor, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü halkın elinden alıyor. “Emekçiler ne yapacak şimdi” sorusuna verdiği cevap ise “Onlar da 3F ile idare etsinler” gibisinden bir şey. Başka bir versiyonu da, “Ben Portekiz’i 3F ile 36 yıl yönettim”.
‘Fado’nun sözcük anlamı ‘kader’… Hüzünlü, yanık bir müzik. Belli ki Müslüman Mağriplilere dayanan kökleri var. Bugün de en iyi Fado’nun Lizbon’da Mağriplilerin kurduğu Alfama semtinde dinlenmesi rastlantı olmasa gerek… Elbette Fado müziği zamanla değişmiş. Günümüze uygun versiyonlarını söyleyen sanatçılar var. Portekiz müziği de Brezilya ezgileriyle ve çağdaş müzik akımlarıyla çeşitlenmiş. Kısacası, Portekizliler artık sadece Fado dinlemiyor.
‘3F’deki, eğlence ve şenlik anlamındaki Fiesta hiç aklıma yatmamıştı öteden beri… Portekiz’de pek ‘her bahanede fiesta’ geleneği olduğu söylenemezdi. Dünya nimetlerinden el etek çekmeyi ve sürekli ibadet etmeyi ön gören bir devletin, insanların içlerinden geldiği gibi gülüp dans ettiği bu tür şenlikleri toplumu uyutmak için kullanması düşünülemezdi…
Fatima ise Salazar’ın 3F’sine cuk oturuyor. Katoliklerin hac yeri olan bir kasaba Fatima. 1917’de burada üç çocuğun Meryem Ana’yı gördüklerini söylemesi ve bunun kilise tarafından bir şekilde onaylanması üzerine önemi ve çekiciliği daha bir artıyor. (Mucizeye göre Meryem Ana çocuklardan birine üç sır vermiş. Üçüncü Sır, Ağca’nın Papa’yı vuracağıymış.)
Herkesin inancı kendini ilgilendirir ama devlet dini temeline alınca artık o başka bir şey oluyor… Elbette Katolikler bugün de Fatima’ya akıyor. Orada bir hac sektörü gelişmiş. Ancak bugün Portekiz Anayasası sadece inanç, düşünce ve ifade özgürlüğüne dayanıyor.
Ya Futbol… Evet Portekiz’de de hayatın sıkı bir parçası olan futbol Salazar zamanında, özellikle Benfica’nın Avrupa’da başarılı olduğu 1960’larda devletin propaganda ve kitleleri oyalama aracı olarak kullanılmış. İşin garibi o dönemin efsane ismi, halkın insan yerine konulmadığı sömürgelerden, Mozambik’ten gelen Eusebio.
Ne var ki 1910’da da 1974’te de devrimi kutlayanların boynunda futbol takımlarının atkıları olduğu da bir gerçek. Şimdi Salazar rejimi yok ama futbol başka biçimlerde, başka sorunlarla varlığını sürdürüyor… Eusebio yine saygıyla anılıyor. Portekiz futbol tarihini anlatan kitaplar onun resmiyle açılıyor.
Politikaya daldık, futbolun bugünkü haline giremedik. Şu kadarını söyleyeyim. Geçen Pazar, ligin en önemli maçında Porto-Benfica’yı 5-0 yendi… Benfica bir aralar sürekli pahalı transferler yapıp hoca değiştiriyordu. Sonunda borç batağına battılar. 2004’te akılları başlarına geldi, şimdi toparlanmaya çalışıyorlar.
Aynı dönemde Porto çağdaş bir yapılanmaya gitti. Portekiz’de, Brezilya’da ve öteki Güney Amerika ülkelerinde futbolcular buldu. Sürekli takım kimliğini ve oyun anlayışını öne çıkardı. UEFA Kupası’nı ve Şampiyonlar Ligi’ni kazandı. Her yıl en önemli futbolcularını büyük Avrupa takımlarına yüksek bedellerle veriyor.
Pazar gecesi tabelaya yansıyan sonuç iki kulübün yönetim farkını da yansıtıyordu bir bakıma.
Büyüklere bir puan
Beşiktaş-Kayserispor karşısında bir puana oynadı. “Puanı neden garantiye almadın Schuster efendi” diye kızanlar oldu.
Fenerbahçe Bursaspor karşısında bir puana oynadı. Alınca “En iyi futbolunu oynadı” diye göklere çıkarıldı.
Galatasaray Trabzonspor karşısında bir puana oynadı. Bazılarına göre işler çok iyi giderken Servet’in hatası yüzünden o puanı da alamadı.
Aferin büyüklere! Bir puan bir puan diyerek Dünya takımı olacaklar. Bebelere iyi futbol, büyüklere bir puan.
Emek ve para
Karabük ve Buca geçen hafta karşılaştı. İkisi de bu yıl TSL’ye çıkmıştı. Buca aslında altyapıya daha çok dayanan bir takım. Ne var ki sezon başında onlarca transfer yapıp, takımı TSL’ye çıkarmış futbolcuları yolladılar. Parayla kümede kalacaklarını düşündüler.
Karabük ise hocasını ve futbolcularını korudu. Seçilmiş nokta transferler yaptı. Emeğe önem verdiler, saygı gösterdiler.
Her zaman aynı sonuca ulaşılamıyor ama Karabük-Buca maçını, emeğe değer verenler 3-0 kazandı.
Emek demek çalışıp üretmek demek. Bu da bir süreç işi, zaman işi, sabır işi.
Para demek bastırıp sahip olmak demek. Anlık bir şey. Çalışmaya, zamana, sabra gerek yok. Bastırırsın alırsın. Hele bunun bedelini sen ödemeyeceksen, kulüp ya da başkaları ödeyecekse…
‘Oyun olarak futbol’la, ‘kumar olarak futbol’un ayrım çizgisi sanırım buradan geçiyor.