Söz 'akil adam'da

Söz 'akil adam'da
Guus Hiddink, ikinci Türkiye seferinin ilk yılını doldururken hâlâ ondan öğreneceğimiz çok şey var. Bunun için yapabileceğimizin en iyisi “akil adam”a bol bol söz vermek. Biz de FourFourTwo olarak öyle yaptık İşte Ahmet Yavuz'un kaleminden Guus Hiddink röportajı;

Güney Kore ile 2002 Dünya Kupası yarı finali, Avustralya ile yine Dünya Kupası’nda 2’nci tur vizesi (2006) ve Rusya ile 2008 Avrupa Şampiyonası yarı finali… Bu başarılar tüm bu ülkeler için tarihte bir ilkti. Ve hepsinin ortak noktası Guus Hiddink tarafından yönetilmeleriydi. Hiddink, katıldığı tüm Dünya Kupaları ve Avrupa şampiyonalarında çalıştırdığı takımlara tur atlattı. Bavulunda bu ve bundan fazlasıyla Türkiye’ye gelen Hollandalının ismi üzerinde hemen herkes fikir birliğine varmıştı. 2010 Dünya Kupası elemelerinde yaşadığımız anlık buhranın ardından bir kurtarıcı gibiydi.

Aradan bir yıl geçti ama bu süre içinde Türkiye, Azerbaycan ve Almanya maçlarının etkisiyle çok da parlak olmayan bir dönemi geride bıraktı. Her şeye rağmen son dört maç öncesi ipler Türkiye’nin elinde ve bu yüzden tablo hiç de karanlık değil. Üstelik bu süre içinde milli takım biraz daha gençleşti ve Hiddink aşısı henüz etkisini tam olarak göstermedi!

Guus Hiddink’le milli takımın kamp için konakladığı otelin lobisinde buluşuyoruz. Fotoğraf çekimi için kollarını birbirine bağlıyor ve hemen ifadesini takınıyor. Yaklaşık 10 dakika boyunca poz verirken, bu en iyi kareyi bir anlığına bile bozmuyor. Tam istediğimiz gibi! Bu sırada buna şaşırdığımızın da farkında: “İlk kez poz vermiyorum!” Bunu İngilizce söylüyor. Ama Türkçe söyleyecekleri de var: “Beş, dört, üç, iki, bir…” Beş kare daha poz verdikten sonra kadrajdan çıkıyor ve röportaj yapacağımız yere doğru hareketleniyor. Galiba fotoğraf çekimlerinden pek hoşlanmıyor. Ama sorularımıza verdiği hemen her cevaptan tecrübe, olgunluk ve rahatlık fışkırıyor…

Kazakistan ve Avusturya’ya karşı artık telafisi olmayan maçlara çıkıyoruz. Endişeli misiniz?
Hayır tabii ki endişeli değilim... Ama heyecanlıyım. Uzun süredir resmi maça çıkmıyoruz. Bu durum beni gelecek maç için sabırsızlandırıyor ama endişeli olduğum söylenemez. Çünkü en son Belçika gibi zor bir deplasmandan puan almayı başardık. Eğer işimizi yapmaya devam edersek gruptan çıkarız.

Ama eylül ve ekim aylarının Türkiye’deki kariyerinizi şekillendireceğini savunanlar var...
Ben öyle düşünmüyorum çünkü haziran ayı da önemliydi. Belçika ile ölüm kalım maçına çıktık. Daha önce Avusturya maçı da yine çok kritikti. Ben ayları önem derecesine göre sıralayan hocalardan değilim. “Eğer başarısız olursak beni kovarlar mı” diye düşünmüyorum. Benim için hiçbir maçın ayrıcalığı yok.

Son Avusturya ve Belçika maçlarına baktığınızda idealinizdeki milli takımın ne kadarını sahada gördünüz?
Avusturya karşısında 90 dakika boyunca olmasa da iyi bir performans sergiledik. Daha sonra DVD’den izlediğimde de oyuna istediğimiz gibi başladığımızı gördüm: İyi pres yaptık, rakibi kendi sahasında karşıladık. İlk 10 dakikada beş korner kazandık. Ve nihayet Arda’yla golü bulduk. İlk 60 dakika yüksek tempoda iyi bir oyun oynadık ama bunu 90 dakikaya yayamadık. Beni kaygılandıran tek şey, takımın son 25 dakikada oyundan düşmeye başlaması. Bu Avusturya maçında da Belçika maçında da böyleydi. Maç boyu süren bir fiziksel diriliğe ihtiyacımız var. Elbette oyuncular yorulabilir. Ama bir pozisyonda yorulduğumuzda kısa sürede kendimizi yenilemeliyiz. Tempomuz düşünce maalesef çok yetenekli oyuncularımız olmasına rağmen son 30 dakikada bu yeteneklerimiz çöpe gidiyor.

Neden böyle? Buna bir çözüm öneriniz var mı?
Elbette bu sorun antrenmanlarla çözülebilir. Ama bunun için sezon boyunca kısa aralıklı yoğun antrenmanlar yapmanız gerekir. Eğer bunu yaparsanız vücudunuz otomatik olarak 90 dakikaya hazır hale gelir. Bazı futbolcuların sezon boyunca iyi çalışmadıklarını gözlemliyorum.

Bu sorun Türk futbolunun ve Süper Lig’in içinde bulunduğu durumla mı ilgili?
Evet, üzerinde düşünmemiz gereken nokta bu. Diğer milli takımlarla aramızda kıyas yaptığımızda bu durum daha fazla ortaya çıkıyor.

Grup eleme maçlarında 4-3-3, 4-4-2 hatta zaman zaman 4-5-1 taktiklerini uyguladığınızı gördük. Önümüzdeki süreçte milli takımın sabit bir taktiği olacak mı?
Aslında taktiksel dizilişimiz o kadar sık değişmiyor ama yine de ben katı taktiklerin sıkı bir savunucusu değilim. Bu, bana göre teorik bir yaklaşım. Benim takımımdan istediklerim, oyunun gidişatına göre değişiyor. Topa sahip olduğumuzda ne yapacağız? Bu sırada tüm futbolcularım ne yapacaklarını bilmeliler. Topu kaybettiğimizde bu kez başka bir soru var: Geriye mi döneceğiz, yoksa takım olarak ileride mi basacağız? Tabii ki ben ileride basmayı seviyorum. Bu yüzden takımdaki herkesin bir görevi var. Ben her bir oyuncuyla ayrı ayrı görevi hakkında konuşurum ve onlara bu iki periyotta ne yapmaları gerektiğini anlatırım. Böylece oyunun gidişatına göre sahadaki dizilişimiz değişebiliyor. 4-3-3 ve 4-4-2 gibi taktiklere fazla kafa yormuyorum. Genel eğilimimiz, topa sahip olmak yönünde. Böylece oyunu istediğimiz gibi kontrol edebiliriz. Karşı tarafın oyuna hükmetmesini bekleyen bir takım değiliz. Onların üzerine gidiyoruz ve bu sırada onları da harekete geçiriyoruz.

Ekim ayında Almanya karşısında rövanş maçına çıkacağız. Kazakistan ve Avusturya maçlarında alacağımız sonuçlara göre bu maç, milli takımın 2012 Avrupa Şampiyonası kaderi açısından çok kritik olabilir. İlk maçtan nasıl dersler aldınız ve bu kez onları alt edebilmek için sizce nasıl oynamalıyız?
Berlin’de oynayan takımla şimdiki takımı karşılaştırdığımızda kilit noktalarımızda önemli değişiklikler oldu. O maçta sadece bir gol şansı bulabilmiştik. Çok kötü bir performans sergiledik. Zaten takımdaki değişiklikleri de bu yüzden yaptık. Bu nedenle iki maçı kıyaslamak doğru olmaz. Bu defa o kadar fazla boşluk vermeyeceğiz. Savunmayla hücum arasındaki mesafeyi azaltacağız. İlk maçta Almanya’ya çok rahat oynayabileceği alanlar hediye ettik ve mağlubiyetin başlıca sebebi buydu.

Mesela ilk maçta yaptığınız gibi orta sahayı kalabalık tutmak çözümlerden biri olabilir mi?
Güçlü takımları durdurmak için otomatik reflekslerden biri orta sahayı kalabalıklaştırmaktır. Ama bunun sonuç garantisi yok. Çünkü daha fazla defansif oyuncu oynatmak, takımın geriye çekilmesine neden olur. Almanya, siz geriye çekildiğinizde de çözümler üretebilen bir takım. Böyle yapınca onları kendi yarı sahanıza davet etmiş olursunuz. Ben kendi felsefemizi sürdürmeyi tercih ederim. Onların bizi zorlamasını beklemeden biz onları zorlamalıyız. Asla kaybetmeyi istemem, asla… Ama yine de takımın cesur ve yaratıcı oynaması benim için daha önemli. Hollanda ile oynadığımız hazırlık maçında bunu az da olsa gösterdik. Onlar da hızlı oyunculara sahipti ve bunu durdurmak için daha fazla defansif oyuncu oynatabilirdim. Ama yapmadım. Rakip ilk 25 dakikada ne olduğunu anlayamadı. O görüntü, benim için güçlü takımlar karşısında da ne yapabileceğimizin ispatıydı. Tek ihtiyacımız olan bu oyun anlayışına adapte olabilmemiz.

Sizce liglerin ertelenmesi milli takımın performansını da etkiler mi?
Elbette etkiler. Türkiye dışında oynayan bazı oyuncular liglerine başladı ama Türkiye’de oynayanlar henüz resmi maça çıkmadı. Pek çoğu 2 Eylül’e kadar hiçbir resmi maç yapmamış olacak. Milli maça çıkacak bir futbolcunun en az üç dört zorlu maça çıkmış olmasını tercih ederim. Bu handikapı ortadan kaldırmak için futbolcuların her zamankinden fazla sorumluluk alması gerekiyor. Çünkü bir taraftan da ülke futbolunun imajı söz konusu… Rio’daki Dünya Kupası eleme grubu kura çekiminde herkes yanıma gelip kısık sesle “Hey, Türkiye’de neler oluyor?” diye sordu. Elbette onlara, iddialar kanıtlanana kadar herkesin masum olduğunu söyledim. Ancak bu imajı ortadan kaldırmak adına milli takımın elde edeceği başarılar çok önemli. Bu kötü imajı yıkmalıyız. Bunun için de bazı gerçeklerle yüzleşmemiz gerek.

Siz dışarıdan baktığınızdaki gündemdeki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu iddialarla birlikte çok fazla oyuncunun anılmaması sevindirici. Eğer işin içinde aralarında milli oyuncuların da bulunduğu çok fazla futbolcu olsaydı o zaman tam bir facianın ortasında kalırdık. Aynı zamanda hiçbir hakem isminin geçmemesi de çok olumlu. Geçen yıl herkes hakemleri eleştirirken ben onları savunuyordum. Gerçekten son yıllarda Türkiye’de hakemliğin çok geliştiğini gördüm. Elbette bazı kararlarına katılmayabiliriz ama kararın arkasında başka sebepler aramamalıyız. Bu mantaliteden kurtulmalıyız. Buna izin vermek şüphe doğuruyor. Ama dediğim gibi bu olaylarla anılmamalarına çok sevindim.

Bir röportajınızda “İnsan davranışlarıyla oynamayı seviyorum” demiştiniz. Buradan onların kültürlerini de yakından incelediğiniz sonucu çıkıyor. Peki Türkiye’de nasıl profillerle karşılaştınız?
Burada bu futbolcularla çalışmayı seviyorum. Türkiye’ye geleli yaklaşık bir yıl oldu ve artık futbolcularımı az çok tanıdım. Umarım beni yanlış bir otorite olarak görmüyorlardır. Ortak bir hedef doğrultusunda hareket ediyoruz. Onları kışkırtmaya, mücadele etmelerine yardım etmeye çalışıyorum. “İnsan davranışlarıyla oynamak” lafına gelince; her bir futbolcunun mevcut seviyesini ve neler yapabileceğini sorgulamalısınız. Ben bir futbolcunun performansının bu yolla yüzde 10-15 oranında artırılabileceğine inanırım. Elbette motive ederken kazalar da yaşayabilirsiniz. Bir futbolcu hevesini kontrol edemezse bu kez takıma zarar verir. Bu kez onları sakinleştirmelisiniz. Her zaman agresif olmamalılar. Eğer bu karakterler arasında iyi bir yapıştırıcı olursanız o zaman iyi bir takım yaratırsınız.

Görev yaptığınız milli takımların en güçlü yönünü ortaya çıkardığınıza şahit olduk. Makine gibi çalışan Ruslar, karınca ordusu Güney Kore ve Hollanda klasik okulunun devamı… Türkiye’nin en güçlü yönünü tespit edebildiniz mi?
Türk oyuncuların en güçlü tarafı teknik olarak çok yetenekli olmaları. O yüzden bu yeteneği kullanmak için oyunu maksimum seviyede kontrol etmeliyiz. Takımım futbol oynamayı seviyor. Çünkü futbol Türklerin ruhunda var. Ama teknik oyun tek başına yetmez. Fiziksel olarak da, taktiksel olarak da, mental olarak da güçlenmeliyiz. İşte o zaman takımın performansını yukarıya çekebiliriz.

Frank Rijkaard Galatasaray’a geldikten sonra verdiği ilk röportajlardan birinde “Türkiye’de her şeyden biraz var” şeklinde bir demeç vermişti. Sizin Türk futboluyla ilgili gözlemleriniz neler?
Burası bir futbol ülkesi… Elbette oyuncu yetiştirmeyle ilgili sıkıntılarımız var. Öncelikle genç yeteneklerimizi modern metotlarla ve modern hocalarla eğiterek değişen zamana ayak uydurmalıyız. “1996’da çok iyi bir nesil yakaladık” demek çok bir şey ifade etmiyor. 14-20 yaş arasındaki gençlerimiz için antrenman yaklaşımlarınızı her zaman gözden geçirmeye devam etmeliyiz. Maalesef bu konuyu biraz fazla küçümsüyoruz.

Defans hattı, Türk futbolu için her zaman en büyük problemlerden biri oldu. Siz de hücumcu bir teknik direktör olarak bu sorunla nasıl baş ediyorsunuz?
Defans yapmak hücum oyuncularından başlar. Bu konuda suçu sadece A milli takımın defansına yüklemek haksızlık olur. Top rakipteyken, ilk önce forvet ve orta saha oyuncuları savunma yapmaya başlarlar. Eğer görevlerini iyi yapamazlarsa defans oyuncularının başını belaya sokarlar. Böyle bakıldığında sorun tek başına defansta görülür. Ama çoğu zaman sorun orta sahada, hatta hücum oyuncularındadır. Elbette pek çok pozisyonda defans hattı rakiple baş başa kalıyor ve onlara çok ciddi görev düşüyor. Ama gol yediğinizde bu sadece birkaç defans oyuncusuna bağlanamaz.

Arda, geçtiğimiz sezon milli takımın en kritik oyuncularından biriydi ve takımda en çok öne çıkan oyuncu oldu. Takım oyununu her fırsatta dile getiriyorsunuz ancak zaman zaman böyle lider ruhlu oyunculara da ihtiyaç duyduğunuz oluyor mu?
Ben bir liderden ziyade sahada çok fazla liderin olmasını tercih ederim. Türkiye’de bunu hâlâ başarabilmiş değiliz. Takım içinde futbolcuların birbirilerini yönlendirmelerini istiyorum. Ama ne yazık ki birbirlerine oyun içinde çok iyi davranıyorlar. Eğer büyük takımlara bakarsanız birbirlerinden talepte bulunduklarını görürsünüz. Birbirlerine bağırırlar, birbirleriyle sürekli konuşurlar. Biz çok sakin bir takımız. Meydan okumaktan, tartışmaktan kaçınıyoruz. Tabii bu biraz da kültürle alakalı… Ortak bir şekilde oyuncular arkadaşlarının oyunlarını yukarıya çekmeliler. Sahada bir arkadaşı ve oyuncuyu birbirinden ayırmalısınız. Oyuncuyken herkes birbirine antrenörlük taslayabilir. Bitiş düdüğüyle birlikte yeniden arkadaşız. Bir şeyler içmeye gidebiliriz.

Güney Kore’de durum nasıldı?
İlk gittiğimde orada da öyleydi. Birbirlerini kırmamaya çok dikkat ediyorlardı.

Peki onlara istediğiniz agresifliği kazandırmak ne kadar zamanınızı aldı? Belki Türkiye’de zamanla bu durum değişir…
Elbette… Orada zamanla daha iyiye gitti. İlk günlerde bağırdığımda onlardan hoşlanmadığımı sanıyorlardı. Ama birini sevmem demek onunla mücadele etmeyeceğim anlamına gelmez. Daha sonra bu duruma alıştılar. Tabii orada önemli bir avantajım vardı. 2002 Dünya Kupası öncesi neredeyse bir kulüp takımı gibiydik. Sık sık toplanıyorduk. Lig erken bitti ve uzun süre turnuvaya hazırlandık.

Hakkınızda “Türkiye’de yeterli sayıda maç izlemiyor” şeklinde eleştiriler var. Gerçekten az maç mı izliyorsunuz?
Maç izlemediğim tek bir hafta hatırlıyorum; Azerbaycan’a yenildiğimiz maçın ardından resmen ölü gibiydim (gülüyor). Kaput olmuştum... O hafta sonu tek bir maç bile izlemedim. Medyanın tamamı demiyorum ama birkaç yayın organı hakkımda “Maç izlemiyor” dedikodusu yaydı. Bu çok garipti. Oysa Türkiye’de maç izlemediğim günlerde yurtdışında U-21’e ya da diğer alt yaş kategorilerine çağırılmayan futbolcuları izliyordum. Çünkü onları hiçbir Türk kulübünde ya da milli takımın alt yaş kategorilerinde izleme fırsatı bulamıyorum. Aslında Türkiye’dekiler de benim o maçları izlediğimi biliyordu çünkü televizyonlara bile çıkmıştım. Ama bahsettiğim basın bir anda ortalığı ayağa kaldırdı. Bazen yurtdışında oynayan bunun gibi az sayıda futbolcuyu izlemeyi tercih ediyorum. Bu gerçekten anlam veremediğim, fazla milliyetçi bir yaklaşım. Onlar için Türkiye’de Kasımpaşa-Antalya maçını izlesem sorun yoktu. Elbette Türkiye’de de çok fazla maç izledim. Oyuncuları iyi tanıyorum. Bir A2 takımı kurduk ve A milli takımda şans oyuncuları burada izliyoruz. Ben ve teknik heyetim herkesi yakından tanıyoruz. Ama daha fazlasını yapmalıyım. Sadece bu yetmez.

Peki hangi ligleri izliyorsunuz?
Bundesliga, Bundesliga 2, Ligue 1, İngiltere’nin rezerv takımları… Portsmouth’a iki kez gittim. Bilmiyorum basın bunları yazdı mı? Ama pek önemli değil. Teknik kadroyla birlikte çok sıkı çalışıyoruz. Ben sabah 8, akşam 6 ofis çalışanı değilim. Bunun yerine günde üç ya da dört saat verimli çalışmayı ve farklı şeyler yapmayı tercih ederim. Göreve başlarken Mahmut Özgener’e bir ofisimin İstanbul’da, bir ofisimin de Avrupa’da olduğunu söyledim.

Son olarak İlkay Gündoğan da Almanya Milli Takımı’nı seçti. Sizce o da bir kayıp mı?
Kayıp mı değil mi bilmiyorum. Elbette herkes kararında özgür ve istediği takımı seçebilir. Yine de genç yaşlarda bu futbolcuları alt yaş kategorilerine kazandırmak için daha teşvik edici olmalıyız. Eğer bu futbolcular birkaç yıl U-21’de ya da diğer takımlarda oynarsa o zaman onları A milli takıma kazandırmak daha kolay olur. Tabii başka takımın ülkesinin alt yaş kategorisinde oynarken de Türkiye A Milli Takımı’nı seçebilirler ama diğer türlüsü daha kolay olur. Bu nedenle bizi seçmemelerinin sebeplerini iyi araştırmalıyız. Belki de onları daha iyi karşılamalıyız. Maalesef alt yaş kategorilerinden davet almadıkları yolunda bazı gurbetçi oyunculardan bu tür haklı eleştiriler alıyoruz. Bunu değiştirmeliyiz. Onları da erken yaşlarda milli takımın bir parçası haline getirmeliyiz.

Bir fantezi yapsanız, birlikte çalıştığınız futbolcular arasında hangilerini Türk Milli Takımı’na alırdınız?
Mesela Romario hiç fena olmazdı (gülüyor).

İlk 11’de oynatır mıydınız?
Elbette elinizde Romario gibi bir oyuncu varsa başka bir alternatifiniz yoktur. İlk haftalarda pek iş yapmaz ama beşinci maçtan itibaren takıma çok büyük katkısı olur. Kariyerim boyunca çok fazla oyuncuyla tanıştım. Şöyle bir düşüneyim… Raul’u, Lampard’ı, Drogba ve Arşavin’i de kadroya alırdım. Ama bu oyuncuları istiyorum demek, elimdeki kadrodan mutsuz olduğum anlamına gelmesin. Bu sadece bir fantezi!

Romario, Raul, Drogba ve Arşavin… Dört futbolcuyu bir arada oynatabilecek misiniz?
İyi futbolcular her zaman birlikte oynayabilir. Elbette üç golcüden fazlasını oynatamazsınız ama Raul ve Arşavin çok önemli oyuncular. Drogba ve Romario, ileri uçta oynamayı seviyor. Bu biraz zor olurdu. Ama dediğim gibi iyi oyuncuların bir arada oynayabilme yetenekleri vardır.

Köpek eğitmenliği, öğretmenlik, çiftçilik gibi çok farklı alanlarda ilginç iş deneyimleriniz oldu. Eğer bir gün futbolu bırakırsanız belki de bu mesleklerden birine dönersiniz…
Öncelikle açık havada olacağım kesin. Küçük bir çocukken okuldan sonra ya futbol oynamaya ya da annemin bir arkadaşının çiftliğine giderdim. O çiftlikte atlarla tarlayı sürerdim. Tabii şimdi bu atların yerini traktörler aldı. O dönem benim için harikaydı. Belki de tekrar çiftçi olurum (gülüyor).

Belki böylece çok sevdiğiniz şeyi yapıp şarkı da söylersiniz?
Elbette. Doğada kendimi daha özgür hissediyorum.

Güney Kore’de sizin adınıza pizza üretilmişti. Tadına baktınız mı?
Evet baktım. Güney Kore’ye yılda bir ya da iki kez gidiyorum. Orada bir hayır kurumum var. O kurum adına bazı şirketlerle anlaşmalar yapıyoruz. Bu pizza işi de onunla ilgiliydi. Pizza kutularının üzerinde benim fotoğrafım vardı. Her bir pizza için 25 cent alıyoruz ve geliri vakfa aktarıyoruz. Bu parayla engelli çocuklar için futbol sahaları yapıyoruz.

İstanbul’da vakit geçirmek için çok fazla alternatif var. Ama sizin futbol dışında en çok sevdiğiniz aktivite hangisi?
Akşamları boğazda yemek yemek... Küçük büyük farketmez, sürekli yeni yerler deniyorum. Çok lüks olmasına gerek yok, iyi bir manzarası olsun yeter. Bazen gece saat 1 ya da 2 gibi etraf daha sessiz olunca deniz kenarına iniyorum. Tekneler gelip geçiyor ve o sırada kendimi müthiş huzurlu hissediyorum.

2014 Brezilya Dünya Kupası elemeleri ilginç bir eşleşmeyi beraberinde getirdi. Mutlaka Hollanda’yı yenme planınız vardır…
Hep birlikte göreceğiz. Daha çok zaman var. Elbette Hollanda iyi bir takım. Ama hazırlık maçında oynadığımız gibi oynarsak o zaman bir şansımız var. Diğer taraftan Hollanda adına gururluyum çünkü orası 1,6 milyon nüfuslu küçük bir ülke. Altyapı eğitimi gerçekten çok iyi. Bu yüzden bugünlerde pek çok Hollandalının erken yaşlarda büyük liglere transfer olduğunu görüyoruz. Bu Türkiye adına örnek alınacak bir durum.

Peki sizin Hollandalı olmanız gerçekten bir avantaj mı?
Artık kimsenin sırrı yok. Bilgiye çok kolay ulaşılıyor. Bunun avantaj olup olmadığından emin değilim.

Kariyerinizde çok sayıda başarı var. Ancak bu başarılardan ikisi arasında bir karşılaştırma yapmanızı istesek hangisine daha çok sevindiğinizi söyleyebilirsiniz: Güney Kore ile Dünya Kupası’nda yarı final oynamak mı, yoksa PSV ile Şampiyonlar Ligi’nde yarı final oynamak mı?
Güney Kore ile yarı final oynamak, beklenmedik bir başarıydı. Çok zor rakipleri geride bıraktık. Ama Türkiye’ye kaybettik (gülüyor). Aslında iyi de oldu çünkü bana göre üçüncülük ya da dördüncülük gerçek bir sıralama değil. Finale kalamadıysanız aşağısının pek bir önemi kalmıyor. Bu açıdan bence Avrupa üçüncülük dördüncülük maçını oynatmayarak daha doğrusunu yapıyor. Ben çok iyi performans sergilemişsem bile finale yükselmediysem çok memnun olmam. Elbette PSV, Milan’la kıyasladığınızda çok küçük bir takım. Ama neredeyse onları eleyip finale yükseliyorduk. Aynı zamanda Chelsea ile 34-35 maç oynayıp sadece bir maç kaybettik. Şampiyonlar Ligi’nde Barcelona karşısında hakemin hatalı kararıyla kaybettik. Eğer hakem işini düzgün yapsaydı belki de finaldeydik. Tüm suçu hakeme de atmıyorum ama işler daha farklı olabilirdi. Her şeye rağmen o takımla FA Cup’ı kazandık. Bir kupa kazanmak çok güzel… Tıpkı 1988 yılında PSV ile Avrupa şampiyonu olmak gibi!