Önceden ne kadar uyarırsan uyar, ne söylersen söyle günü birlik yaşayan toplumlarda ‘büyük kriz’ler patlamadan yapısal sorunlar anlaşılamaz. Kriz kapıyı çaldığında ise ilk olarak ipe çekilecek birileri aranıyor. Bugün o Guus Hiddink...
Neden böyle? Çünkü, kahramanlık öyküleriyle büyütülmüş toplum ‘mucize’ aramaya alıştırılmış bir kere. Biri gelecek ve makus talihimizi değiştirecek! Çalışma, ilerleme, arayış, yaratıcılık, değişim hep o ‘birinden’ sonra olacak. Hele o biri gelsin, gerisi kolay...
Oysa ki, temel kural şudur; bir yerde ‘kahraman’ varsa orada işler kötü gidiyordur. Herkes sinmiştir, pısmıştır. Dayanışma, birliktelik, takım ruhu dağılmıştır, artık önde olan ‘kahraman’dır. Oysa kahraman(lar)ın yok edilmesi gerekir ki, ortaya eşit, özgür, dayanışmacı, ilerici bir yapı çıksın.
Türkiye’de futbolun yapısal sorunlarından biri tam da budur. Kahramanlık, ‘mehdi’ inancı. Bu nedenle Sergen Yalçın televizyonda yüzümüze gevrek gevrek gülerek “İki kilo versem çıkıp hâlâ oynarım” diyebiliyor. Bence şaka yapmıyor, gerçekten böyle olduğuna inanıyor. Sadece o değil, ciddi sayıda insan da inanıyor bu saçmalığa. Kimse demiyor ki, “Hocam sen oynarken de kilo sorunun vardı. Ayrıca iki maç oynayıp beş maç yatardın”.
Ama ‘kahraman’ kültü işte böyle bir şey, onu aşmaya çalışmadan da işler yoluna girmiyor.
Bugün Guus Hiddink’e, Fatih Terim’in bilmem kaç katı para verildiğinden dem vuranlar, parayla işlerin bir çırpıda yola gireceği inancını taşıyanlardır.
Kim var ki, görünmüyor?
Başta Hiddink’i ‘mehdi’ bellemeye hazır kalabalık şimdi onu, “Maç izlemiyor” diye topa tutuyor. Peki, diyelim ki haftada 5 maç izledi. Bu zamana kadar kimsenin göremediği neyi görecek ki? Yani Eskişehir’de, İBB’de, Bursa’da, Denizli’de, Antalya’da görülemeyen kimler var ki? Alt yapıları futbolcu kaynayan bir ülkede yaşıyoruz da haberimiz mi yok? Hiddink, arkeolojik kazı sonucu kimleri bulacak ki? O tek başına yapacaksa kazıyı, takımların hocaları ne yapıyorlar o arkeolojik alanlarda? Milli takımlara teknik direktörlerden, altyapı hocalarından ne tür raporlar gidiyor ki, Hiddink ya da diyelim ki Oğuz Çetin onları okumuyor, okuyorsa da anlamıyorlar!..
Kendimizi kandırmayalım. Hakem kararlarını tartışmaktan başını kaldıramayan bu ülkede futbol da, yapılan çoğu iş gibi yalapşap örgütlenmiş durumda. İyi niyetli insanlar yok değil ancak sorun niyette değil, ‘yapıda’...
Son Azerbaycan mağlubiyeti de yine en çok ‘eleştirmen’lere yarayacak. Onlar söylenip duracak, dinleyenler hayıflanacak ve her şey her zaman aktığı yoldan akıp gidecek. Biz yine, alt yapılara üç kuruş para ayırmayan yönetimlerin yıldız oyuncular için har vurup harman savurduğu paralardan, zemine değil ama büyük statlara gömülen milyon dolarlardan, her şeyin paraya tahvil edilerek oyunun ruhunun, eğlencesinin, insana ait yanının öldürüldüğünden dem vuracağız.
Sonra bir maç kazanacağız derken bir tane daha... Ardından yine böylesi şaşırtıcı, sarsıcı yenilgiler gelecek, her zaman ki gibi başa döneceğiz. Hayat böyle sürüp gidecek... “Gitmesin” diyenler önce el kaldırsın, sonra ses çıkarsın!
Sadigov ironisi!
Azerbaycan maçının ardından yine “Onlar da kim ki, onlara bile yenildik” diye söylenen o ırkçı, şovenist dil kendini açığa vurdu. Öyle ya, Türkiye’nin, dünya adı verilen mavi küreye göre ‘doğusunda’ olan bir ülkeye yenilmesi olacak iş değildi. Biz ‘merkez’e daha yakın ‘beyaz’lar, onlar ise ‘renkliler’di. Biz futbolun tillahının oynandığı bir ülkeydik onlara göre! Yalnız bu ‘futbol ülkesi’nde bir sorun vardı. Azerbaycan müdafaasında bizimkilere geçit vermeyen ve yetmezmiş gibi bir de ileri çıkıp golü atan Reşad Sadigov sezon başından bu yana Eskişehirspor forması giyiyordu ve ancak bu sezon ‘0’ (yazıyla sıfır) dakika oynadığı için forma giymiş sayılmıyordu. İronik değil mi?...
Uzun ara genci bozar!
Bu milli maç araları insanı hakikaten sıkıyor. Taraftarı olduğu gibi muhtemelen futbolcuyu da meseleden koparıyor. Geçenlerde Abdullah Avcı dert yanıyordu, “Uzun aralardan sonra takımı maça hazırlamak zor oluyor” diye... İlk bölümde ‘yapısal’ dediğim meselenin bir parçası da bu. Bizim futbolcuların çoğu haylaz öğrenci gibi ‘dersleri kırmaya’ çok eğilimli. Haliyle kısa sürede orta yapmayı, yan çizgilere en yakın noktada oynamak için en gerekli şey olan top kontrolünü unutabiliyorlar! Fazla ara vermeden bu işi iyi planlamak gerekiyor ki, gençler topu unutmasın!
İvan Ergiç’ten ağır dersler
“Eskiden ‘Amerikan rüyası’ zeka, yaratıcılık, önsezi, kişisel gelişim ve liderlik özelliğiyle başarıya uzanma teorisiyken, bugünkü ‘futbol rüyası’ ya da en tepedeki futbolcu olma rüyası, akılsız, eğitimsiz, yaratıcılık taşımaksızın, oyunun kurallarına uyarak paraya ve başarıya ulaşabileceğini telkin eden ve elbette sınıf ayrımını kamufle eden kodlanmış bir mesajdan başka bir şey değil...”
“Futbolun başkahramanları toplumun alt tabakalarından yukarıya çıkan insanlar olduğu için futbol bir tür ‘insani proje’ olarak gösterilirken, aslında sınıfsal ayrımcılıktan kâr edip dolaylı olarak bu ayrımcılığı yeniden üretiyor... Profesyonel sporun tüm numarası bu!”
(Metnin tamamı için... EXPRESS dergisi Ekim 2010/113’üncü sayı. Bayilerde...)