Son izlediğim maçlar ışığında günümüz futbolunun bildik ama farklı farklı kullanılan terimleri… Tekrar olacak belki ama bu ülkede futbol yazmanın kaderi bu...
ÇİZGİ SAVUNMA: ‘Savunmayı ileri çıkarma’ da denir. Eski dilde ‘ofsayt taktiği’… Aslında bunu bizden başka tartışan yok gibi. İki stoper arkasında bir sarkık süpürücünün kendi yarı alanında beklediği günler tarihe karıştı. Kazanmak istiyorsan savunmanı çizgi olarak ileride tutacaksın, atağı buradan başlatacaksın. Özellikle top rakipteyken bunu yapacaksın ki ona oynayacak alan kalmasın. Hatırlarım, 1998’in Şampiyon Fransa’sı dostluk maçı için İstanbul’a gelmişti de top bizdeyken geri dörtlüleri orta çizginin üzerinden ayrılmamıştı. Çok az seyircinin itibar ettiği maçta zorlanmadan dört gol atıp gitmişlerdi.
Tigana’nın Beşiktaş savunmasını ileri çıkartmasında bir sorun yoktu. Şimdi Schuster’in böyle oynatmasında da yok… Sorun uygulamada. Beşiktaş savunması top rakibe geçtiğinde geriye kaçıyor. Çünkü birbirlerinin kademelerine girecek kadar hızlı futbolcuları yok. Sivok ve Toraman var ama onlar da sakat. Böyle olunca savunma arkasına atılan topların hepsi tehlikeli olur.
Bu topları alana değil atana bakmak gerek. Orta alanı ve forvetleri rakibe karşı alanda baskı yapmazsa, üstüne bir de kolay top kaybederse, rakip tek topta arkadaşını kaçırır ve hızlı takımlardan her zaman gol pozisyonu yer Beşiktaş. Yoksa İBB maçıyla, kazandığı maçlar arasında Beşiktaş’ın oyunu açısından bir fark yok. Tek fark İBB’nin uzun top pususuna yatmış olması… Ama bu pusu futboluyla üst sıralara nasıl çıkarlar, önümüzdeki maçlarına bakacağız.
İLERİDE BASKI: Geldik ileride baskıya. Yani ‘Tam saha pres’e, ya da
yabancı dilde ‘forechecking’e…
Kazanmak istiyorsan ve savunman ileri çıkıyorsa, en uçtaki oyuncularından başlayarak rakibe karşı alanda baskı yapacaksın. Böylece hem onu kalenden uzak tutarsın, hem de rakip kale yakınında top kazanırsın. İki pasta gole gidersin.
Buna rağmen rakip senin yarı alanına geçti. O zaman da kademelerini ve derinliğini bozmayacaksın. Rakip burada boğulacak, kalene geldiğinde ancak dağınık şut ya da pas atabilecek. Mourinho’nun Inter’i böyle kazandı Şampiyonlar Ligi’ni.
Son PL maçında Fulham oyunu Manchester United alanında tuttuğu sürece oyunun egemeniydi. Ne zaman küçük takım kompleksiyle kale önüne yığıldı ve gelişigüzel biçimde topu uzaklaştırmaya çalıştı, sahadan tamamen silindi… Liverpool’daki maçın ilk yarısında Trabzon karşı alanda basarak ‘Kızıllar’a top göstermedi. İkinci yarı ise derinlikli savunma yapamadılar, ucuz kurtuldular.
Fenerbahçe maçında 2-0 öne geçtikten sonra da böyleydi Trabzon. Üstelik solbeklerinin önüne kademeye kimin geleceği belli değildi. Aykut Kocaman, İstanbulspor-Ankaraspor hattından izler taşıyan bir biçimde oyunu kendi alanında kabul ederek başladı maça. Trabzon’un hızını kısa paslaşmalarla kesmeyi ummuştu herhalde. Ancak Fenerlilerin ileride yaptığı fauller ve bir ara top planlarını bozdu. Böyle futbolun doğal riskleri bunlar… 2-0’dan sonra yan ve kısa pasları bırakıp derin ve çapraz paslarla hızlı çıkınca pozisyonlar buldu Fenerbahçeliler. Bakınız: 2. Fener golü.
PAS OYUNU: İngilizcede ‘passing game’ ya da İspanyolcada ‘tiqui-taca’ (tiki-taka okunur)… Topu kazanacak ve onu karşı kalenin direkleri arasından sokacaksınız. Toptan hızlı olamayacağınıza göre de tek vuruşla paslaşarak yapacaksınız bunu. Tamam da iş ‘paslaşmak için paslaşmak’a dönerse ne olur?
Giderek Barça ekolünün PL şubesi haline gelen Arsenal kimi zaman harika geliştirdiği pozisyonları gereksiz fazla pasla harcıyor örneğin… Hodgson Liverpool’a tek top yapmayı öğretmiş ama Manchester City maçında topu eveleyen geveleyen takım Kızıllar, amaca yönelik kullanan takım ‘Citizen’lar oldu…
Yıllardır taktik teorisyenleri ‘altın pas sayısı’nı bulmaya çalıştı. Boşuna çaba. Çünkü az ya da çok paslaşmak, uzun ya da kısa pasla oynamak önemli değil. Her pasta daha etkili olup gole yaklaşıyor musunuz, hamle üstünlüğünü rakipten alıyor musunuz? Önemli olan bu. Arsenal’in Blackpool’a attığı ilk gol gibi. Clichy kendi yarı alanında çizgide topu aldı, Arshavin’e derin çıkardı, o tek topta Rosicky ile hızlı bir verkaç yaptı ve onsekizin sağında boşa çıkmış olan Walcott’un koşu yoluna bıraktı, Walcott çok rahat ve düzgün vurdu… Karşı bir örnek de Chelsea’nin Wigan’a attığı 2. gol. Mikel Obi kendi onsekizinin köşesinde topu kazandı. Karşı onsekizin öteki köşesine görerek uzun bir pas attı. Anelka topu düzeltti, uzak direğin dibine yolladı…
Barcelona’nın ‘Süper Kupa’da Sevilla’ya attığı 4. golde Iniesta’nın Messi’ye verdiği pası ise herhalde Picasso’nun, Gaudi’nin, Miro’nun eserlerinin yanına koymak gerek. Iniesta, tam Barça futboluna göre serbest ve geniş oynayan David Villa’ya derin pas çıkardı, Villa dönüp direk dibindeki Iniesta’yı buldu, o kaleye vurmak yerine tam gerisinde koşuya başlayan Messi’yi gördü, Messi’ye topu kaleye yollamak kalmıştı… Cantona, biliyorsunuz, bir pasa bir golden daha büyük değer biçer, “İyi bir pas takım arkadaşlarınıza, takım oyununa verebileceğiniz en güzel hediyedir” der. Iniesta’nın o pası ise her şeyden önce golü sıradan kılmasıyla kazındı belleğime.
OYUNA EGEMEN OLMAK: ‘Domine etmek’, ‘oyunun hakimiyetini ele almak’ de denir… Topa çok sahip olmak, çok pas yapmak tek başına belirleyici olmuyor. Aynı zamanda alanı ve zamanı da istediğiniz gibi kullanabilmelisiniz. Amaç maçın her alanında ve anında oyunun kendi lehinize seyretmesini sağlamak. İki takım da bunu yapıyor ve ortaya futbol çıkıyor. Oyunu yönlendirme işlevini bütün oyuncularınız üstlendiği oranda iyi bir takımsınız.
Bursa karşısında Galatasaray çok çabaladı, çok koştu, çok topa sahip oldu ama oyun çokluk Bursaspor’un belirlediği biçimde cereyan etti. Aynı şeyi Liverpool-Man City maçında da gördük. Fulham, Man United seviyesinde oynamaya çalıştığında daha iyi taraftı. Wigan da üç ay arayla toplam 14 gol yediği iki Chelsea maçının ilk yarılarında rakibi gibi oynamaya çalıştı ancak ilk golü yedikten sonra yelkenleri suya indiriverdi.
OYUN DÜZENİ: ‘Sistem futbolu’, ‘takım oyunu’ da denir. Sadece ‘diziliş’ değil, ‘oyun anlayışı’ değil, ‘uyumlu bir takım’ değil, ‘taktik kondisyonu yüksek yetenekli oyuncular’ değil. Bunların hepsi. Teknik direktörün anlayışı, talimatları, takım tertibi, taktiği, futbolcuların algısı ve kalitesi birleşecek, sahaya bir performans olarak yansıyacak. Tabii rakip takım da böyle yapacak. Biz de hem maçı heyecanla izleyip hem de bu performansın derinliklerine nüfuz etmeye çalışacağız.
Sistemliliği abartmamak gerek. Futbolu robotlar oynamıyor. Satrançtaki gibi karelere bölünmüş bir saha yok, yetenekleri belirlenmiş taşlar yok. Orkestra desen, futbol takımının başında bir orkestra şefi yok. Ayrıca orkestra tek başına da çalmıyor… Sistem, takım oyunu içinde ne kadar yaratıcılığa, doğaçlamaya, kısacası düzen içinde kaosa izin veriyorsa o kadar keyif verici artık. Bakınız: Ronaldo’lu Man United.
KAOTİK FUTBOL: ‘Barcelona futbolu’ olarak da bilinir. Ben “Modern bale” de derim. İnce öngörüler, uzun çalışmalar, ölçülmüş biçilmiş kararlar sonucu oluşmuş bir tarz… Dizilişin falan anlamı yok. Total futbolun herkesin başrolde olduğu şenlikli versiyonu. Sahada sanki top oynamaktan zevk alan çocuklar var. Kaleci ve savunma pas yapmadan topu çıkarmıyor. Duruma göre herkes oyunu yönetiyor; hızlı ve hareketli. Abramoviç uyum sağlamazken Villa kırk yıllık Barça’lı gibi… Belli ki kendileri için ta altyapıdan alıştıkları bir düzen var. Rakipleri için tam bir kaos.
PLAYSTATION FUTBOLU: Chelsea’nin hocası Ancelotti’nin Wigan maçından sonra literatüre armağanı. Tenis seti gibi iki maçı 6-0 geçmelerinden öte İngilizlerin ‘solid’ ve ‘composed’ diye tarif ettiği şeyi anlatıyor olmalı. Savunmada ve atakta neredeyse tamamen hatasız, sakin ama hızlı, sabırlı ama bıktırıcı oynuyor Chelsea. Yani ‘sağlam’ ve ‘bütünsel’. Geçen sene Ballack-Lampard-Malouda üçlüsüyle sağlamışlardı bunu. Bu yıl Essien-Obi Mikel-Lampard’la yapıyorlar. Topu kontrol edip ekonomik kullanıyorlar, sahayı kontrol edip rakibi yıldırıyorlar, zamanı kontrol edip tempoyu hiç elden bırakmıyorlar…
Evet Mourinho’nun Inter’i de böyleydi. Eh artık ondan Real’de yeni terimler bekliyoruz.